İbrahim ŞAHİN.
[1]
1919 senesinin 19 Mart’ında doğan Cengiz Dağcı[2], hayatının 1919–1939 seneleri arasına denk düşen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Kırım’da geçirir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber, orduya alınır ve memleketinden uzak kalmasına yol açacak trajik bir hayat hikâyesi de böylece başlamış olur. Önce Rus cephesinde Almanlara karşı savaşır; Almanlara esir düştükten sonra ise Türkistan lejyonunda Ruslara karşı; savaşın son zamanlarında da Polonyalı çetecilerle birlikte tekrar Almanlara karşı çarpışmak zorunda kalmıştır.
Savaş sona erdiğinde, İtalya’daki esir kamplarındadır. Artık evlenmiştir. 1946 senesinde, mülteci olarak İngiltere’ye geçmiş ve halen orada yaşamaktadır. Bugün hayatta olan ve Londra’da yaşayan Cengiz Dağcı, aşağı yukarı altmış beş yıldır doğduğu topraklardan uzaktadır.
İlk gençlik senelerinde, Kırım’daki süreli yayınlarda hikâye yazmaya başlayan Cengiz Dağcı’nın romancılığı, savaş yıllarında tuttuğu notlarla başlar. Korkunç Yıllar yazarı, 1955–1956 senelerinde, ilk roman denemesini, Türkiye’deki birkaç yayınevine gönderir. Arkadaşım Maksut adını taşıyan ilk metni Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi Bey, biraz geliştirmesi tavsiyesiyle iade eder. Bunun üzerine Cengiz Dağcı, Sadık Turan’ın Hatıraları başlıklı ilk romanını yani Korkunç Yılları gönderir ve Yaşar Nabi Nayır da, 1956 yılında bu romanı neşreder. Böylece, Dağcı’nın Türk edebiyatının bir romancısı olarak, yazarlık serüveni başlar.
Dağcı’nın yazdıkları, yaşadıklarıdır. Bu konuda, biyografi-edebi eser eşitliği gibi bir paralellik iddiasında bulunmuyoruz. Birebir yaşadıkları olmasa da, Dağcı’nın kurguladıkları arasında, kendi biyografisinden, şahit olduğu olaylardan ve tanıdıklarının hikâyelerinden pek çok malzeme bulunduğunu söylemek istiyoruz. En azından, yirminci yüzyılın ilk yarısında, Kırım Türklerinin tarihi macerası hatırlanır ve Dağcı’nın romanları ile karşılaştırılırsa, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Cengiz Dağcı’nın eserlerinde biyografisini kullanmış olmasını bir romancı zaafı olarak görmemek icap eder. 1960’lı yıllarda Varlık Mecmuası’nda kendisi ile yapılan bir röportajda Cengiz Dağcı, hayal kurmaya vaktinin olmadığını söylerken yaşadıklarının kendisine romanlarında kullanacağı malzemeyi sağladığını söylemek istiyordu. Dağcı’nın hayatı, hem mensup olduğu milletin, hem de kendisinin şahsî tarihi durumundadır. Bu yüzden onun romanları değerlendirilirken bu iki noktaya temas etmek mecburiyeti vardır. O yaşadıklarını, şahit olduklarını edebî kılmakla yükümlü kalmıştır. Yazarın 1919’da başlayan kendi hayatı ile Kırım coğrafyasında yaşayan Kırım Tatarlarının hayatının paralel yürümüş olması ona, edebî eserlerinde kullanabileceği malzemeyi sağlamıştır. Bazen tarih bir ferdin biyografisiyle mensup olduğu milletin biyografisini yan yana yürütür. Cengiz Dağcı gibi bir yazarın şahsî hayatıyla mensup olduğu milletin tarihi arasında hakikaten bir paralellik vardır. O zaman Cengiz Dağcı’nın bir destan yazarı olduğu söylenebilir. Modern bir destan yazarı sayabileceğimiz Dağcı, kaleme aldığı “modern destan”ların malzemesi olarak, şahsî biyografisini ve mensup olduğu milletin tarihini kullanmıştır.
Bir destan bize kökümüzü, geçmişimizi, kimliğimizi söyler. Nerede ne olduğunu, hangi trajedinin veya kahramanlık hikâyesinin hangi coğrafyada gerçekleştiğini biz destanlardan öğreniriz. Eserlerindeki coğrafyanın niteliği bakımından Cengiz Dağcı’nın romanlarına baktığımızda orada “mekânsal bir hafıza”nın gizlendiğini görürüz. Korkunç Yıllar’dan başlayarak Yansılar’a kadar unutulmaya yüz tutmuş bir “şeyler” listesidir Cengiz Dağcı’nın romanları. Ayı Dağı’ndan Salgır’a, Kızıltaş’tan Özenbaş’a Kırım coğrafyasında ne kadar yer ismi varsa yahut ne kadar Kırım halk edebiyatı mahsulü varsa, Dağcı’nın romanlarında bunları bulabilirsiniz. O zaman, Cengiz Dağcı romanlarının “şeyler listesi” olması “kültür ve kimlik” kavramları ile eşdeğerdir. Bütün o coğrafyada yaşayan insanların oluşturdukları kültür, kimlik unsurlarını Dağcı’nın romanlarında görebilirsiniz. Bu durumda destanî metin dediğim Cengiz Dağcı romanları, aynı zamanda bir milletin hafızası konumundadır. Edebiyat metni bir bireyin hafızası olabilir; hepimiz şahsî tarihimizi yazarız. Romancılar da bireysel tarihlerinden malzeme kullanırlar. Tamamı olmasa bile her romancı kendi yaşadıklarından üç beş satır, birkaç vak’a parçası romanına ekler. Fakat Cengiz Dağcı hem kendi yaşadıklarıyla hem milletinin yaşadıklarıyla bir destan oluşturmuştur. Bu destanın coğrafî malzemesi de, bireysel vak’a mânâsında malzemeleri de vardır. 1900’lerin başında yine Kırım’da meydana gelen olaylar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Kırım coğrafyasında cereyan eden olaylar malzemenin bir kısmıdır. Bilhassa 1930’lardaki Yejov terörü yılları, NKVD meselesi ve 1939’dan itibaren; İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından 18 Mayıs’a kadar o coğrafyada yaşananlar Cengiz Dağcı’nın eserlerinde bulunabilecek tarihî ve ferdî malzemedir. Bu yüzden, en başa dönersek Cengiz Dağcı’nın hayâl kurmaya ve kurduğu hayalleri anlatmaya hakikaten ihtiyacı yoktur. Sadece yaşadıklarını edebî kılarak anlatmıştır. Savaş yıllarında, 1945-46’da mülteci kamplarında, Kırım Türkçesiyle aldığı notları 1950’li yıllarda oturup, Türkiye Türkçesi’ne aktarmıştır. Kırım Türkçesiyle kaleme alınmış roman notlarını Türkiye Türkçesine aktarmasının sebebi ise dilin önemini fark etmiş olmasıdır. “Anayurt dediğin dildir aslında” cümlesi Polonyalı bir yazara aittir ve Cengiz Dağcı bu cümleyi çok kullanır. Yani biz mekânımızı, coğrafyamızı kaybetsek bile dilimiz aynı zamanda bizim mekânımız, coğrafyamız anlamına gelmektedir. Cengiz Dağcı Kırım coğrafyasını dili mekânlaştırarak, dili coğrafyalaştırarak yaşatmıştır. Dil gerçekten bir coğrafyadır, dil bir mekândır. O, romanlarında kullandığı dil aracılığıyla bir tarih kurmuş, bir ulus inşa etmiştir. Bu yüzden Türkiye Türkçesiyle yazması da ayrıca dikkate değer bir başka hadisedir. Kırım Türkçesiyle yazdığı metnin, ne kadar genişlikte bir kitleye ulaşabileceği konusunda tereddütleri vardır. Kendisi yazdığı metinleri Yalıboyu Türkçesiyle kaleme aldığını söyler ve annesinin kendisine anlattığı masalların dilini böylece yakaladığını belirtir. 1924-1925’te, henüz beş-altı yaşındayken amcası Seyit Ömer Dağcı, Türkiye Türkçesinden hikâyeler okurmuş ve Dağcı 1950’li yıllarda Türkiye’deki dostlarının kendisine gönderdiği hikâyelerde o dili yeniden bulur. Yani Türkiye Türkçesinin âhengini, güzelliğini, zenginliğini ya da ifade kabiliyetini fark etmiştir. Dağcı’nın Türkiye Türkçesi kullanmış olması daha geniş bir coğrafyaya ulaşmasını sağlar.
Cengiz Dağcı, aşağı yukarı bütün romanlarında Ruslarla Kırım’daki Tatarların ilişkisine yahut Almanlarla Kırım Tatarlarının ilişkisine değinir. Cengiz Dağcı’nın başka ırklara mensup insanlara bakışının nasıl olduğu sorusunun cevabını, bu ilişkileri anlatırken kullandığı dile bakarak verebiliriz. Bilhassa Ruslara bakışı nasıldır? Dağcı’nın hiçbir romanında Rusları aşağıladığı görülmez. Yaşanılan trajediye bakılırsa bu trajedinin sebebinin, en azından bürokratik açıdan, Ruslar olduğu görülür. O zaman duygusal bir tavırla ne yapmanız icap eder? O bürokrasiyi temsil eden insanlara olumsuz bakmanız icap eder. Cengiz Dağcı böyle bir olumsuz, sübjektif bakışı tercih etmemiştir. Burada bir derin insanlık sevgisi olduğunu söylemek mümkündür. Cengiz Dağcı’nın milliyetçiliği insanî bir milliyetçiliktir. İnsanları ötekileştirerek, ona hakaret ederek, onu aşağılayarak bir milliyetçilik inşa etmez. “O Topraklar Bizimdi”’de Çilingirlerin Selim gibi “kahır”la yahut “Onlar da İnsandı”da Bekir gibi ‘naifce’ bakar. Her birinin hikâyesi o milletin, o tarihin, o toprakların hikâyesidir. Rusların da hikâyesidir. Onlara da sempatiyle bakar. Bunu onun insanlık sevgisi ile açıklayabiliriz. Bu anlamda Dağcı’nın ulusseverliği fanatik bir milliyetçilik diye düşünülemez. Cengiz Dağcı’yı belki bu terimle tanımlamak da yanlıştır. Sadece bir sevgiden söz edilebilir. Yaşadıklarına rağmen o sevgiyi, insanlık adına o umudu hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bu Cengiz Dağcı’nın evrensel tarafıdır. Onun romancılığını Rus romanı ile ilişkilendirmemizi sağlayan taraf da galiba budur. Çünkü askere alınıncaya kadar aldığı eğitim, okuduğu metinler Rus edebiyatının önemli metinleridir. 19. yy. Rus edebiyatı, Avrupa edebiyatı ile boy ölçüşebilecek bir edebiyattır; Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Gonçarov, Turgenyev, Gorki vb. gibi Avrupa edebiyatının da kendilerinden çok şey öğrendiği bir yığın yazar yetiştirmiştir. Cengiz Dağcı bir yanıyla Türk edebiyatına diğer tarafıyla da Rus edebiyatına bağlıdır. İnsanı derinliğine verebilme kabiliyeti yazara Rus edebiyatından, örneğin Dostoyevski’den Tolstoy’dan gelmiştir. Bu bakımdan iki edebî gelenekten beslendiğini söylemek sanırız yanlış olmaz: birincisi, yaşadığı coğrafyada vuku bulan bir edebiyat ki, bu Rus edebiyatıdır; diğeri de, dil ve kültür açısından bağlı olduğu başka bir edebiyat, yani modern Türk edebiyatının başlangıç seneleri.
1946’da mülteci kampından ayrılıp, İngiltere’ye geçer ve Londra’ya yerleşir. Cengiz Dağcı’nın hayatta kalma mücadelesi verdiği bu senelerde de modern Avrupa edebiyatıyla ilgilendiğini görüyoruz. “Badem Dalına Asılı Bebekler” de yer yer gördüğümüz sürrealist öğeler ve günlüklerinde bahsi geçen modern Avrupa edebiyatına mensup yazar isimleri bu tezimizi destekler. “Korkunç Yıllar”, “Yurdunu Kaybeden Adam” gibi ilk romanları daha klasik teknikle yazılmış metinlerdir. Ama “Üşüyen Sokak” ve “Badem Dalına Asılı Bebekler” de daha fantezist unsurlar görürsünüz. Derinde bir yerde her yeni romanını önceki romanlarına bağlayan yanlar şüphesiz vardır. Örneğin “Dönüş”adlı eserinin karhamanının varlık/yokluk sorununu İkinci Dünya Savaşı senelerindeki egzistansiyalistler gibi algılamasının arka planında, kendi bireysel hayatının olduğunu açıkça görürüz. Cengiz Dağcı, roman mevzuu olabilecek trajediyi bulmak konusunda hiç sıkıntı çekmemiştir. Çünkü trajedi zaten vardır.
Cengiz Dağcı’yı 1960’larda okuyanlar köy romancısı diye nitelemişlerdir. O yılların Varlık mecmuasında hakkında çıkan birkaç yazıda bu fikir ileri sürülmüştür. Hâlbuki Cengiz Dağcı hiçbir zaman bilinen anlamda köy romancısı değildir. Altmışlı yıllarda Dağcı’nın romanlarını köy romanı olarak nitelemek, asıl meseleyi unutturmak amaçlı bir faaliyet gibi görünmektedir. Çünkü onun romanlarında Kırım Tatar köylüleri, köylü oldukları için roman malzemesi olarak seçilmiş değillerdir; yaşadıkları trajedi itibarıyla roman mevzuu olmuşlardır. Edebiyat tarihimizdeki köy romanlarının ideolojik bir yanı vardır; Türk köylüsü romana mevzu kılınırken aslında ideolojik tezler gereği mevzu edilmekteydi. Dağcı’yı da aynı sınıfa koyan yazılar, bir kastın değilse bile farkında olmayışın göstergesidir. Oysa Dağcı, Lenin ya da Stalin dönemi Rusya’sında meydana gelen vak’aları anlatırken, başka bir şey söylemek istiyordu. Bir milletin “maruz bırakıldığı” jenosidi anlatıyordu aslında. Ama Dağcı’nın romanlarındaki Stalin dönemi Rusya’sına yönelik eleştiri, aydınlarımızın ideolojik tutumları ve tercihleri yüzünden görmezlikten gelinmiştir. Bugün dünyanın hiçbir yerinde İkinci Dünya Savaşı ile ilgili belgesellerde bu coğrafyada yaşanan trajediden ve bu trajediyi yaşayan insanlardan söz edilmez. 1920–1940 arası yıllarda Kırım coğrafyasında meydana gelen hadiseler, Kırım Türklerinin yaşadığı trajedi, İkinci Dünya Savaşı ile ilgili belgesellere konu olmalıdır. Bunun romanını, hikâyesini sadece Dağcı yazmıştır.
Edebî eserde gerçeklik duygusunu artıran, şüphesiz sadece malzeme değil, aynı zamanda dil, üslûp ve genel olarak tekniktir. Cengiz Dağcı, 1960’lı yıllarda yazdığı romanlar göz önüne alınırsa, modern roman tek-nikleri konusunda bilgi sahibi olan bir romancıdır. Yine, “Yansılar “adını taşıyan günlük/hatıralarında, modern Avrupa edebiyatının birçok önemli yazarını okuduğunu görüyoruz. Bu yüzden, örneğin “Korkunç Yıllar” ve “Yurdunu Kaybeden Adam” gibi ilk romanlarında, realistlerin kullandığı yöntemleri kullanmış, yer yer kronolojik olay örgüsünü tercih etmiştir. “Onlar da İnsandı”nın son kısmına eklediği bir dergi haberi, hem metnin gerçekliğine vurgu yapmakta, hem de Kırım Türklerinin hikâyesinin gerçekliğine işaret etmektedir. “Badem Dalına Asılı Bebekler” ve “Üşüyen Sokak” adlı eserleri ise, bilinç akışı, ironi, iç monolog gibi teknikleri yoğun kullanmış olması bakımlarından modern roman özelliklerini taşır. Dağcı, hem metaforik mânâda, hem de sözlük mânâsında bir coğrafya romancısıdır. Hemen her yazar için metaforik mânâda bir coğrafya hikayecisi olduğu söylenebilirse de sözlük anlamıyla coğrafya romancısı sayabileceğimiz yazar az sayıdadır. Onun romanlarındaki coğrafya, Kırım, dolayısıyla Kırımlının coğrafyasıdır.
Dağcı’nın romancı olarak hangi zemin üzerinde durduğunu anlamak bakımından bu tespit önemlidir. Coğrafyanın hikâyesini yazma sebebi ayrıca değerlendirilebilir ki bu tercihin, yazarın bireysel hayatı ve mensup olduğu Kırım Türklüğünün tarihî trajedisiyle yakından ilgisi olmalıdır. Dağcı’nın romanlarında: 1. Reel hayatlar 2. Reel mekânlar 3. Reel vak’a parçaları kullanılmıştır. Elbette, bütün bu malzeme romantik bir duyuş ile takdim edilir. Okuyucuya çelişkili gelebilecek bu son cümleyi, anlatıcının bakış açısının romantik, fakat malzemenin reel olduğu şeklinde bir cümle ile açıklamak mümkündür.
Yukarıdaki maddeler arasında, şimdilik bizi ilgilendiren ikinci, yani “reel mekânlar” maddesidir. Kırım coğrafyasının, birçok köy ve kasabası ile şehri ve farklı mekânları bu romanlarda söz konusu edilir. İlginç olan özellikle Kızıltaş ve Gurzuf gibi, Cengiz Dağcı’nın doğup büyüdüğü mekânlara ait yer isimleridir. Salgır Suyu’ndan Ayı Dağ’a kadar birçok yer ismi, Dağcı’nın romanlarında yaşamaktadır. Onun romanlarında geçen Kırım coğrafyasına ait yer isimlerini aşağı yukarı şöyle sıralayabiliriz: Bahçesaray, Çadır Dağı, Aluşta, Demirci, Akyar, Ayı Dağı, Romankoş Yaylası, Akmescit, Yalta, Gelinkaya, Ayvasıl, Kızıltaş, Topkaya, Soğuksu, Pilibaşıbağı, Dereköy, Küçükköy, Özenbaş, Körbekül, Üsküt, Otuz, Taraktaş, Hansaray, Değirmenköy, Kuşkaya, Yamankaya, Çatalkaya, Çürüksu, Memişin Deresi, Salgır ve Ceneviz kalesi…
Diğer yandan, çocukluğunda tanıdığı ve romanlarında kullandığı bazı kahramanların isimleri de lakaplar içermektedir ve bu lakaplar genellikle, ilgili kimselerin mensup oldukları ailelerin geçmişindeki bir olaya dayanmaktadır: Çilingirler, Çilingirin Selim, Topkayacılar, Kazanskiler, Karanfil Nuri, Sarı Çömez, Molla İrecep, Sofu Cemil gibi…
Yer isimleri dışında, romanlarında sık sık kullanılan Kırım türküleri, Kırım manileri, masal ve destan epizodları, sözlü halk verimlerinin hemen hepsi söz konusudur. Düğün ve genel olarak evliliğe ilişkin âdetler, tarıma ilişkin gelenekler, kız isteme usulleri, inanışlar ve başka sosyal âdet ve gelenekler de bulunmaktadır.
“Kınalı parmak cez tırnak altın oymak
Senin tatlı diline olur mu doymak”
Veya
“Çıktım dere başına
Kaza çıktı karşıma
Ah neler geldi, vah neler geldi
Bu gençlikte başıma”
Ya da;
“Eş’ü İbramın köprüsünden
Atımı atlattım
On iki dilijans bezirgânın
Ödünü patlattım”
Veya
“Kalaylı kazan içinde kaz balası
Kızını baştan çıkaran öz anası”
Ya da
“Yüzü çilli meleğim
Kara ipek eteğim
Bugün Fatma süslendi
Ferişteler seslendi”
gibi nispeten keyifli görünen türkülerin arkasından, sürgünü hatırlatan trajik içerikli türkülere geçilir:
“Men bir saray yaptırdım tepesi daldan
Aytar da ağlarım
Kimimiz maldan ayrıldık kimimiz candan
Aytar da ağlarım”
Romanlarında, içerikleri ayrıca değerlendirilebilecek maniler de vardır:
“Gidene bak gidene
Boyu benzer fidane
Çok aradım bulamadım
Senin gibi bir dane
Ey Kırımçak Kırımçak
Kırkına bir bıçak
Kendisi kunduracı
Ayakları çırçıplak”
Ya da bilmeceler:
“Biz biz idik biz idik
Otuz iki kız idik
Bir sıraya dizildik
Tan atarken silindik”
Görüldüğü gibi, Dağcı’nın romanlarında kullanılan bu halk edebiyatı verimlerini, küçük değişikliklerle, Türk coğrafyasının birçok yerinde bulabiliriz. Ayrıca, Çorabatır ve Âlim Aydamak destanlarının nazar değmesi, iki sevgilinin işaret nesnesi olarak mendil kullanması, düğün ve ölüm âdetleri ve dahi Türk dünyasının birçok yerinde görülen taş kesilme motifine örnek olabilecek Gelinkaya hikâyesi Dağcı’nın romanlarında kullanılan halk verimlerinden bazılarıdır.
Dağcı’nın romanlarının toplumsal kültür açısından önemi, Kırım Türk coğrafyasının yaşadığı trajik süreçten dolayıdır. 1944 senesinde, Kırım kütüphanelerinde bulunan ve Kırım Türkçesi ile neşredilmiş bütün süreli yayınlar yakılmış ve 18 Mayıs’ta da, Kırım Türkleri vagonlara doldurularak sürgüne gönderilmişlerdir.
Totaliter rejimlerle edebiyatın ilişkisi üzerine söylenebilecek bir yığın anlamlı söz de böylece bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Yer isimlerinin değiştirilmesi, Türkçe neşriyatın yok edilmesi, arkasından da yerli halkın sürgün edilmesi, önce hafızanın sonra da bizatihi milletin yok edilmesi anlamına gelmektedir. Bugün Kırım Türkleri zor şartlar altında kendi topaklarına dönmeye çalışıyorlar. Peki ya hafızaları? Onların hafızası, Dağcı’nın romanlarıdır. Demek ki edebiyatın bir milletin, meşru ve millî bir kültürünün teşekkülü, böylece nesillerin hafızası olmak gibi bir işlevi vardır. Bu, bir varsayım olmaktan ziyade hakikattir. Firdevsi’nin Şehname’si, Almanların Nibelungen’i, Rus ya da Fin destanları, yazıldıkları dilin ait olduğu kültürü canlandırmak konusunda nasıl bir fonksiyon icra ediyorlarsa, Dağcı’nın romanları da aynı fonksiyonu icra etmektedir. Bu sebeple, Dağcı’nın romanları için, Kırım Türklerinin yirminci yüzyıldaki modern destanıdır diyebiliriz.
Modern zamanlar “süreksizlik” zamanlarıdır. Başka bir deyişle, sürekli unutmalardan oluşan bir tarih diliminde yaşıyoruz. “Unutmalarımız” teknolojik gelişmelerin hızından ve başka kültürlerin hegemonyasından kaynaklandığı gibi zoraki müdahalelerin etkisiyle de olabilmektedir. Bu sürece tesir eden sürgün ya da yazılı hafızayı yok etme gayretleri, totaliter iktidarların, geçmişi unutturmaya yönelik her türlü müdahalesi, zihnin yaralanmasına sebep olur. Edebiyatın totaliter idarelere direnci, kendi kültürüyle insanını tarihsel bakımdan belli bir derinlikte buluşturmasıdır. Böylece kimlik sorunu yaşayan nesiller, zihinsel donanımlarını, edebiyat kanalıyla teçhiz edecek ve bir kimlik inşa süreci yaşayacaklardır.
Halk efsaneleri, bilmeceler, masallar, düğün âdetleri, her türlü etno-grafik ve folklorik malzeme, toplumsal şuur-altının, tarihsel derinliğin ürettiği durumlar olduğuna göre, kendi kimliğimizi inşa sürecinde bun-ların her biri önemi inkâr edilemeyecek birer malzemedir. Bu kültür unsurları, ister sözel, ister maddî olsun, her birinin etrafında teşekkül etmiş bir dünya vardır. Bu dünyanın toplamı kimliğimizdir.
Cengiz Dağcı’nın etimon spirituel’ini (deep structure) de, yazarımızın Kırım’a ilişkin kullandığı imge dünyasından çıkarmak mümkündür. 1940’ların başından itibaren, memleketinden, ailesinden ayrı kalan bir insanın varlık/yokluk mücadelesini, onun eserlerindeki bu imgelerle izah etmek mümkündür. Dağcı, yazarken vardır. Betahsis Kırım’ı yazar-ken! Burada “varolan” elbette ruhsal kimliktir. Romanlarında, bireysel varlık/yokluk kavgası, Kırım Türklerinin varlık/yokluk kavgasına dönüşür. Nitekim “Yansılar” adlı günlük/hatıralarında, Kırım’daki çocukluk ve gençlik yıllarını hatırladıkça yaşamak için kendinde güç bulur. Çocukluğunun geçtiği ev, sokaklar, köy, kent, tarlalar, okullar; şahit olduğu düğünler, yaşadığı aşklar vs. Her biri onun zihninde ona güç veren hatıralar olarak yaşamaktadır.
Dağcı’nın roman ve hikâyelerinde Kırım halk kültürüne ilişkin kullandığı veriler, bireyselden toplumsala doğru genişler. Elbette her sanat gibi roman yazma sanatının da temel itici gücü, bireysel üretme arzusudur ve bu romantik bir tavırdır. Ancak, bu yaratmanın/yazmanın malzemesi, Dağcı’da gittikçe genişler. Hiç geçmeyen bir zaman diliminin ortasında Dağcı’yı ve onun etrafında, suda genişleyen halkalar gibi, Kırım coğrafyasını bütün verileriyle bulabiliriz. Denebilir ki, Dağcı’nın zihninde zaman, daireseldir. Bu yapı aynı zamanda, bir “çoğul” diyalog biçimidir. Her nesne konuşur. Her ritüel geçmişten bir şeyler anlatır. Her metaforun kendince bir hikâyesi vardır ve Londra’da yaşayan Cengiz Dağcı’yı sanki memleketinden hiç uzaklaşmamışçasına mutlu kılar. Bu romanlarda anlatıcının zaman zaman eşya ile konuşmasını çoğul diyalog ifadesi ile açıklamak mümkündür.
“Onlar da İnsandı” adlı romanında, Bekir’in evi ile, tarlası ile konuşması, hayvanı ile diyaloğu, bu çoğul konuşma biçimine verilebilecek örneklerdir. Elimizdeki metnin anlamının çoğalması bu şekilde temin edilmiş ve en eski geçmişten bütün Türk dünyasına yayılacak şekilde düzenlenmiştir.
Herhangi bir folklorik malzemenin dilini bilmek, onun, içinde doğduğu kültürü, insan topluluğunu, bu topluluğun zaman, dünya, hayat ve ölüm algılamalarını çözmekle mümkündür. Kısacası, eşyanın da bir dili vardır. Eğer insan deneyimlerden mürekkep ise bu deneyimleri bilincimiz hıfzediyorsa, kültürel malzeme de toplumun değerlerini hıfzetmektedir. Dağcı, roman sanatını bir hafızaya dönüştüren adamdır. Tek tarihi romanı olan “Genç Temuçin”adlı eserinde, daha çok “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserden yola çıkarak, Orta Asya’da, Cengiz Han’ın hükümranlık senelerini hikâye edecek ve böylece en eski geçmişe atıfta bulunacaktır. 19. yüzyılda Kırım Türklerinin başına gelenlere çok değinmese de, yirminci yüzyılın başından itibaren, kendi halkının tarihî geçmişini anlatır. Her bir romanı, bir kahramanın etrafında, bir topluluğun hikâyesine dönüşür. “Korkunç Yıllar”, “Yurdunu Kaybeden Adam”, “Onlar da İnsandı”, “O Topraklar Bizimdi”, “Benim Gibi Biri”, “Üşüyen Sokak”, “Badem Dalına Asılı Bebekler”, “Dönüş”, “Anneme Mektuplar”, “Ölüm ve Korku Günleri” ve sonrakiler… Bu romanlardan birçoğunun bir şekilde, köy ile bir ilgisi vardır. Ve romanların birinci derecedeki kahramanları da genellikle Türklerdir. Yazarın sosyal kökeni düşünüldüğünde, onun, otantik halk kültürü verilerinin yaşadığı mekânları ve bu verileri yaşatan insanları anlatması doğal karşılanmalıdır.
Edebiyat metinleri iki temel düzlemden oluşur; bunların birisi bilinç düzeyinde diğeri de bilinçaltı düzeyde gerçekleşir. Bilinç düzeyinde bir edebi metni inceleyebilmek vak’ayı özetlemek yani görünen kısımları anlatmaktır. Cengiz Dağcı’nın eserleri konusunda, genel olarak söylendiği gibi, İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlatan roman denir. Bilinç düzeyinde gördüklerimiz bunlar; fakat edebiyat metninin okuyucuya telkini bilinçaltı düzeyde olur. Görünen kısımda anlatılanlardan okuyucuda kalan başka bir şey vardır. O vakanın ötesinde bir şey. Bu aynı zamanda yazarın da bilinçaltını gösterir. Sembol, metafor, arketip gibi bazı edebî teknikler bunu çözmemize yardımcı olur. Biz Cengiz Dağcı’nın romanlarındaki metaforları çözersek Cengiz Dağcı’nın ne demek istediğini anlarız. Çoğu zaman bunu seziyoruzdur fakat adlandıramıyoruzdur. Şöyle bir örnek verelim: Cengiz Dağcı’nın romanlarındaki kadın kahramanları -hikâyelerinde de bu vardır- genellikle çok çocuklu olarak görürüz. Hikâ-yelerinin birinde hikâye kahramanı Melek Hanım, çok çocuklu bir kadındır ve hep doğurmak ve üremekten söz eder. Demek ki Cengiz Dağcı’nın zihninde bizim klasik devir destanlarımızda olduğu gibi üreme, çoğalma ve yayılma gibi bir arketip vardır. Bu da gene tarihi bir hakikatle örtüşüyor. Kırım coğrafyasındaki insanların jenoside uğramaları ile ilgilidir bu. Coğrafyanız sıkıntılı bir coğrafyadır orayı size ait kılmazlar. Yaşama olanağı bulabilmeniz için çoğalmanız gerekmektedir, üremeniz gerekmektedir. Cengiz Dağcı bunu açıkça söylemez; sadece romanlarındaki kadın kahramanları çok çocuklu çizerek anlatmaya çalışır. Bunun göndermesi Orta Asya’daki destanlarla ilgilidir.
Mizaç olarak Cengiz Dağcı hakikaten romantiktir ama aynı zamanda edebî kimlik olarak da romantiktir. Yazdığı eserler tema bakımından incelendiğinde Avrupa romantizminin, edebiyat tarihindeki temaları neyse, onları Cengiz Dağcı’da da görürsünüz. Örneğin “Korkunç Yıllar” ve “Yurdunu Kaybeden Adam” adlı romanlar, Sadık Turan’ın hatıralarıdır. Sadık Turan okuyucu zihninde iç konuşmaları olan yalnız bir adam olarak tasavvur edilir. Demek ki ana temalardan birisi yalnızlıktır. Kimlerle ve nerede olursa olsun çoğu zaman Cengiz Dağcı yalnız hisseder kendini. Burada yersizlik/yurtsuzluk dediğimiz başka bir tema görüyoruz. Bu da Alman romantizminin 19. asırdaki ana temalarından birisidir. Bireyin bu dünyada çoğu zaman kendini yersiz/yurtsuz hissetmesidir. Bu varoluşçu felsefeyle de ilişkilendirilebilir. Fakat yersizlik/yurtsuzluk dediğimiz şey, o coğrafyada yaşananlarla ilgilidir. Romanlarında Kivograd’dan Uman’a, Polonya sınırlarına, Yalta’ya, Akmescit’e, Türkistan’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış bir mekân genişliği görülür. Çok farklı coğrafyalarda geçer romanların vak’aları. Bu bizatihi kendisinin de bulunduğu coğrafyalardır. Dolayısıyla bir yere ait olamama ya da ait olduğu yere sahip olamama endişesi romanlarında görülen ana temalardan bir başkasıdır.
Cengiz Dağcı hakkında söylenecek hususlardan bir başkası da günlüklerine dair olabilir. Günlükler onu ve eserlerini anlamamız açısından bize çok malzeme vermiştir. Bunlarda hafızasının ne kadar diri olduğu açıkça görülür. 1946’dan itibaren aşağı yukarı 69 sene kendi ana yurdundan uzakta yaşayan bir Kırım Türkünün malzemesinin mekânı hafızadır. Gilles Deleuze’ün çok bilinen fark ve tekrar teorisi vardır. Yaşadığımız bir anı tekrar tekrar hatırladığımızda hep farklı hatırlarız. Bu çocukluk resimlerimizin hem biz oluşuna, hem de biz olmayışına benzer. Çocukluk fotoğrafımıza baktığımızda bize ait bir şey vardır ama biz artık o değilizdir. Cengiz Dağcı 1920’lerde Kırım’da iskelede yaşadığı bir sahneyi her hatırlayışında hem “aynı”yı hem “farklı”yı hatırlar. Cengiz Dağcı’nın onca roman boyunca bu malzemeyi bu kadar üreterek tekrar gibi görünen ama farklı olan sahneler kurmasının sebebi budur. Bununla 60 sene Kırım coğrafyasından uzak olduğu halde ayakta kalabilmiştir. Onun kendine ait bir dünyası vardır. Bu dünya tamamen Kırım coğrafyasına ait bir dünya, orada yaşadıklarına ait bir dünyadır. Dağcı, her hatırlayışında yeni olanı görerek yazar. Cengiz Dağcı’yı güçlü kılan, dirençli kılan da budur. Günlüklerin her sayfasında romanları ile ilgili bir takım malzemeler bulunabilir.
Sonuç olarak Cengiz Dağcı, roman, hikâye ve günlüklerindeki duyuş ve düşünüş tarzıyla yerli bir yazardır. Kırım Türklerinin yeniden inşa süreci yaşadıkları bu son devirde, Dağcı gibi yazarlar aracılığıyla geçmişle gelecek arasında bağ kuracakları reddedilemez bir hakikattir.