Emelcileri Unutmuyoruz:
DOBRUCA’DAKİ MİLLÎ FAALİYETİN ÖNDERLERİ İÇİN AÇILAN DAVALAR*
5.Bölüm
Saim Osman KARAHAN
Mehmet Vani Yurtsever Efendi
Dobruca Tatar-Türklerinin tanınmış öğretmen, din adamı ve yazarı olan Mehmet Halim Vani Yurtsever efendi millî faaliyetlerin içinde rehber olarak yer almış, hayatını Kırım’a ve milletine adamış, fedakârlıklara katlanmış bir diğer büyük şahsiyettir.
Kişkene Tatlıcak köyünde, bir nesil evvel Kırım’ın kuzeyinden Osmanlı Dobruca’sına gelip yerleşmiş bir çiftçi ailesinde 28 Ekim 1907 tarihinde dünyaya gelmişti. Yedi çocuğun altıncısı idi.
Köyündeki Türk mektebinde ve Mecidiye medresesinde öğrenim gördü. Bunun yanısıra, Romence’sini ilerletmek ve genel kültürünün sınırlarını sürekli genişletmek için Romen mekteplerine de devam etti. Bu okullarda bulamadığı Kırım ve Türk Dünyasının hayatına dair bilgilere ulaşmak için özel araştırmalara girişti, kendi kendini yetiştirmeye ağırlık verdi. Mecidiye Medresesine girdi. Kendi gayretleriyle Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp’in eserlerini keşfetti. Türk Dünyasının büyük öğretmeni
İsmail Gaspıralı ve Medresedeki Türk Dili ve Edebiyatı hocası, şair Mehmet Niyazi efendi kendine rehber edindiği şahsiyetler oldu. Bir diğer hocası da, keskin zekâsı, dili ve temiz ahlâkıyla, öz halkı oldu, halkla ilişkilerini sürekli olarak canlı tuttu.
1929 yılında Güney Dobruca’nın Pazarcık kasabasında öğretmen olarak çalışma hayatına atıldığında, kendisiyle aynı fikir ve duyguları paylaşan insanları bulmakta gecikmedi. Medreseden arkadaşları Kâzım Seydahmet, Necip Hacı Fazıl, ve Tahsin İbrahim’den başka, Pazarcık’ta avukatlık eden Müstecib Hacı Fazıl, Öğretmen Rıfat Mithat, tüccar Emin ve Mehmet Zekerya (Bektöre) kardeşler gibi, birçok millet canlısı gençlerle tanışıp dost oldu. Hep birlikte Türk Dünyasındaki siyasî ve kültürel faaliyetleri yakından izleyerek, kendilerine düşen millî ödevlerini tartıştı ve araştırdılar.
Müstecib Hacı Fazıl’ın önderliğinde, el ele tutuşan bu gençler, 1930 yılının başında, Dobruca Türklerinin kültürel ve sosyal hayatında son derece önemli bir rol oynayacak olan “Emel Mecmuası”nı çıkarmaya başladılar. Çalışmalarını genişleterek, köylerde millî kültürün yükselmesi için çalışacak teşkilâtlar kurdular ve bunları “Dobruca Türk Hars Birliği”nin bünyesinde topladılar. O güne kadar ilk kalem denemeleri olan “Millî Davuş”, “Tatar Oğlıman” gibi şiirlerini Berlin’de Ayaz İshaki Beyin “Yana Millî Yol” dergisinde yayınlayan Mehmet Halim Vani, bundan sonra hem maddî, hem manevî olarak, öğretmenlikte bulunduğu köylerden “Emel Mecmuası”nın ve kadrosunun bütün çalışmalarına katılıp en ön sıralarda yer aldı.
Hars teşkilâtlarının müsamere ve tepreşlerinde oynanması için tiyatro oyunları yazdı: “Kart man Caş Arasında (1931), “Toy”, “Ödelek”, “Kurtuluş Bayramı”, “Monolog” (1934), “Kurban Bayram Gecesi veya Kökköz Bayar”, “Büyülü Yumurta” (1938). “Emel Mecmuası”nın sayfalarında folklor üzerine yazıları ve derlemeleri basıldı.
Kırım Kurtuluş Davasının büyük yolbaşçısı Cafer Seydahmet’in Dobruca ziyaretleri sırasında ve özellikle de Zi-zin kaplıcalarında, aileleriyle birlikte geçirdikleri bir tedavi tatilinde, yazılarından sitayişle söz etmesi, halkımızı kültür çalışmalarına özendirmesini takdir etmesi, Mehmet Halim Vani için hayatının sonraki yıllarında daima bir kuvvet kaynağı oldu.
Öğretmen ve din adamı olarak Pazarcık (günümüzde Bulgaristan’daki Dobriç), Kişkene Tatlıcak (Dulceşti), Kadıköy (Coroana), Boğazköy (Cernavodă), Aşçılar (Vânători), Edilköy (Miriştea), Omurça (Valea Seaca idi, günümüzde Hasança – Valul Traian’la birleşmiştir), Köstence’de binlerce öğrenci yetiştirdi, onları hayata hazırladı, halkının dinine ve millî adetlerine, binyıllar boyunca ulaştığı insanî değerlere bağlı kalarak yaşaması için çaba sarf etti.
Mehmet H. Vani 1936 yılında evlendiği Fatma hanımla Ülker, Tekin ve Özen adında üç çocuk sahibi olmuşlardır. Ülker’i birkaç aylık bebekken kaybederler.
İkinci Dünya Savaşının patlak vermesi Alman ordusunun Romanya’ya yerleşmesine, ardından da Romanya’nın Sovyetlere karşı savaşa sürülmesine yol açar. Müstecib Hacı Fazıl bey Pazarcık’taki evini yarı fiyatına satarak “Emel Mecmuası”nı bir süre daha ayakta tutar, fakat Eylül 1940’ta Alman Kumandanlığı mecmuanın yayınına ve Hars Teşkilâtlarının faaliyetlerine yasak getirir. Karşısında ya Alman makamlarının, ya da muhtemel bir Sovyet işgali durumunda, Komünizmin baskısı ve zulmü altında kalacaklarını öngören Müstecib Bey arkadaşlarıyla görüşerek bir durum değerlendirmesi yaparlar. Kendisi ve birçok soydaş (bunlar arasında Mehmet Vani efendinin üç kardeşi), aileleriyle birlikte Türkiye’ye sığınırlar. Yerlerinde kalmayı göze alanlar pasif bir bekleyiş içinde bulunacaklardır. Necip Hacı Fazıl, avukat Hamdi Nusret, öğretmen Mehmet Vani ve müftü Mustafa Ahmet’in yer aldığı bir komite makamların nezdinde cemaati temsil edeceklerdir.
1943 yılında savaş ters yönde dönüp, Kırımlı mülteciler aileler ve kafileler halinde Dobruca’ya gelmeye başlayınca, bu komite yeniden teşkilâtlanma ve gelenlere yardım faaliyetlerine geçme gereğini görür. Köstence’de Necip Hacı Fazıl, Selim Ablâkim, Hamdi Nusret, Tevfik İslâm, İbadula Abdula, Nazif Abdurahim, Fevzi İbrahim, Kasap Kâzım, Kasap Şükri merkez komite olup, köylerdeki ve diğer kasabalardaki öğretmen ve hocalar, eski Hars teşkilâtlarının üyeleri bu komitenin doğal destekçileri olurlar. Bütün bu insanlar Kırımlı mültecilerin barınma, iş bulma, evrak edinme işleriyle meşgul oldular. 23 Ağustos 1944’te Sovyet Ordusu Romanya’ya hâkim olur. Bir gün içinde Romanya’nın idaresi de, ordusunun silâhlarının da yönü değişir. Sovyetler artık müttefik, Almanlar da düşman ordudur. Bu tarihten sonra, Romanya’ya sığınmış Kırımlıların akıbetinin, seyri belli olmakla beraber, acıklı bir hale gelmesinin henüz başlangıcı idi.
Mehmet Vani ailesinin yanında, Omurça’da, bir yere yerleştirilinceye kadar, birkaç günlüğüne misafir edilen birçok Kırımlıdan başka, 1944 yılının sonlarına doğru, Kırım’ın eski Sağlık bakanlarından Dr. Ahmet Özenbaşlı ve ailesi de, uzun bir süre, komşulara bile görünmeden, sakına sakına, gizli yaşamak zorunda kalmışlardır. Mehmet Vani efendinin Romen arkadaşı Nurbat noteri Niku’dan temin ettiği belgelerle Özenbaşlı ailesi Bükreş’e gider, fakat orada Emniyet’in eline düşerler. Dr. Ahmet Özenbaşlı Sovyetlere teslim edilir, eşi Anife hanımla çocukları Dilâver ve Meryem de birkaç yıl daha Romanya’da, İbrail şehrinde yaşadıktan sonra Özbekistan’a gönderilir.[1] Mehmet Vani’lerin bir başka misafiri 1945’te Dr. Ahmet İsmail ailesi olur.
1948 yılında Kırımlılara Yardım Komitesinin başkanı Necip H. Fazıl tutuklanır, beş gün boyunca işkence gördükten sonra, Hakkın rahmetine kavuşur.
Kırımlı mültecilere yardım işleri merhum şehidin yakın arkadaşları tarafından omuzlanır. 1949 yılında İrsmambet Yusuf, Mehmet Halim Vani, Müstecib Hüseyin, Ali Osman Bekmambet, Eyüp Menali Salih, Ferhat Faik efendiler yeni bir komitede bir araya gelip, yeni ortamda son derece tehlikeli olan bir işi yiğitçe üstlenirler. Onların bu çalışmaları bütün üyelerin deşifre olunup birer birer tutuklandıkları 1952 yılına kadar devam eder.
1949 yılında Omurça’nın yeni idarecilerinin küstahlıklarından ve tehditlerinden uzak bulunmak için Mehmet Vani efendi Köstence’de bir okula naklini ister, fakat Mangalya kasabasına gönderilir.
1950 yılında Eğitim Bakanlığının kararıyla Tatar Türklerini Türk toplumundan uzaklaştırmayı amaçlayan bir adım atılır. Tatarların devam ede geldikleri Türk okullarından ayrılıp kendileri için yeni açılacak okullarda okuması kararlaştırılmıştı. Fakat bu kararı hayata geçirebilmek için Tatarca okul kitapları yoktur, bu dalda yetişmiş öğretmen yoktur. Romen okullarının ders kitaplarının Kırımtatarcasına tercüme edilmesi düşünülür. Fakat bu olacak bir iş değildi. Zirâ, çok gerilerde değil, daha 18 Mayıs 1944’te, Stalin’in emriyle Kırım yurdu, Tatar nüfusundan temizlenmişti. Yüzbinlerce masum insan Orta Asya ve Sibirya’ya sürülmüştü. Kırımtatarcasına işlerlik kazandırmak Romanya komünistlerinin haddi değildi elbet. Dobruca Tatar ağzı ise, tercümeler yoluyla da olsa, eğitim ve kültür dili işlevlerini yerine getirmeye hazırlıklı değildi.
Bu çıkmazı aşmak için, ilk hamlede Mecidiye Medresesi ve Romen Üniversiteleri mezunlarından yedi kişilik bir heyet teşkil edilir : Koordinatör, diğer Tatar aydınlarından farklı olarak, mazisinde “millî faaliyetlerde sabıkası” olmayan, 25 yaşındaki genç medreseli ve geleceğin büyük folklorcusu Naci Cafer Ali, üyeler de Ömer Lütfü, Habib Hilmi, Mustafa Ahmet, Tahsin İbrahim, Mehmet Halim Vani öğretmenler ve eczacı ve öğretmen Necip Resul efendiler idi. Ellerine Tataristan’dan getirilmiş Kazantatarca ders kitapları verilir. Bu heyetin üyeleri önce kendileri Kazantatar lehçesiyle aşina olmaya uğraşır, sonra da 1950 yılının yazında Tatar okullarında ders verecek öğretmenlere bu kitapları tanıtıp, iki ay boyunca onları yeni öğretim yılına hazırlarlar. 1 Eylül’de ilk ve orta okullarla birlikte bir Öğretmen okulu ile bir Mürebbiye okulu devreye girer. Naci Cafer Ali efendi okullar müfettişi olurken, heyetin diğer üyeleri yeni açılan her derecedeki okullarda görevlere tayin edilirler.
Tarih sürecinde Kırımtatarcasından ve Dobruca Tatar ağzından epey farklılaşmış bir lehçe olan Kazantatarca ile öğretim istenilen sonuçları sağlamaz. Öğretim, kitap yokluğunda, Romence okul kitaplarından Dobruca Tatar ağzına yapılan haftalık tercümelerin takrirleriyle devam ettirilir.
1952 yılından başlayarak Dobruca’nın seçkin öğretmen, din adamları ve çeşitli mesleklerden aydınları milliyetçilik ve Kırımlı mültecilere yardım ve yataklık etmiş olmakla ve hatta vatan hainliğiyle suçlanarak hapislere atılınca, Dobruca Tatar cemaatinin eğitimi ve kültürü büyük sektelere ve kayıplara uğrar. Mehmet Halim Vani, Tahsin İbrahim, Necip Resul, Mustafa Ahmet ve daha niceleri artık taş ve maden ocaklarında, inşaat işleri ve devlet çiftliklerinde ağır işlerde süründürülürler.
Hapisten çıktıklarında okul kitaplarının yazımında yerleri doldurulamayan Tahsin İbrahim ve Mehmet Vani efendilerin liyakatine yeniden müracaat edilmesi yolundaki teklifine, Tatar Okulları ve Ders kitapları sorumlusu Naci Cafer Ali efendi Eğitim Bakanlığının şiddetli reddiyle karşılaşır.
Daha sonraları bu meselede Bakanlık bir orta yola başvurur, “sabıkalıların” eserlerinin kitaplarda, imzaları olmaksızın yer almasına izin verir.[2]
1959 yılında Bakanlık Tatar okullarını da, Türk okullarını da temelli kapatır, Komünist rejim Dobruca’daki Türk – Tatar toplumunun eğitim meselelerini böylece “çözümlemiş” olur.
*
Birçok milliyetçi aydının yanı sıra, 1952 yılının ilkbaharında, 21 Nisan günü Mehmet Vani efendi de tutuklanır. Birinci Büyük Tatar Grubu Davasının sanıklarından biridir.
Bu davanın 11 Mart 1953 tarihli 179 no.lu karar metninde Mehmet Vani Efendi için şunlar yazılıdır :[3]
“Memet Ali (Halim) Vani para yardımı toplayıp, evinde Özenbaşlı Amet ve Ametov İsmail ailelerini barındırarak Kırımlı kaçaklara yardım işlerinde faal bir şekilde yer almıştır.
Nusret Amdi’nin yurt dışına kaçmasından sonra İrsmambet Yusuf’tan kaçaklara para ve gıda yardımı toplama işine devam etmesi talimatını almış, bu işi 1950 yılında da devam ettirmiştir.”
“C.K. madde 191 paragraf 1, madde 193, 25. madde bahis 6, 224 ile 226 ve
184 maddeler birlikte, Askeri K. 304 ve 463 maddelerine istinaden mahkûm eder :
- İrsmambet Yusuf’u …
- Müstecib Hüseyin’i …
…
- Memet Alim Vani’yi bir yabancı devletin güvenliğine yönelik suçlarından dolayı 15 (on beş) alelâde tutukluluk cezasına.”
*
Mehmet Vani Efendi, 15 yıla mahkûm edilmesine esas olan bazı kanunların 5 Mart 1953’te Stalin’in ölümünden sonra yürürlükten kalkması üzerine, 21 Nisan 1952 tarihinden 1 Nisan 1957 yılına kadar 5 yıl hapiste kaldıktan sonra tahliye edilmiştir. Bu beş yılın çilesini, şimdiye kadar yayınlanmış olsaydı, okuyucular onun hatıralarından da öğrenebileceklerdi. Biz burada, onun görüp geçirdiklerinden ancak birkaç tanesini nakletmekle yetineceğiz.[4]
Birinci cezaevi : Köstence Sekuritate’si, Gizli Emniyeti. Hücresi uzunluğu 2 m., genişliği 1,60, yüksekliği 1.80, rutubetli, küf kokan bir yerdir. Burada iki, bazen üç tutuklu, üst üste açılmış tahta sedirlerde yatar. Yemekleri mısır unu lapası ya da patates haşlaması, arpakaş (kabuksuz buğday veya arpa) pilâvı, kuru fasulye vs.dir. Burada hiç banyo yüzü görmeden kaldığı 52 gün boyunca millî faaliyetleri hakkında tekrar tekrar sorguya çekilir, dövülür. Sonra Romen ve “Makidon” tabir edilen rejim muhalifleri Makedonya göçmeni Romenlerin kaldığı bir koğuşa atılır.
İkinci cezaevi : Bükreş Gizli Emniyetinin Uranius şubesi. Kaldığı odası, dört yataklı, temiz, kaloriferlidir. Üç ay boyunca yeni sorgulamalar.
Üçüncü cezaevi : 1 Şubat 1953. Yine Köstence Gizli Emniyetinde. Burada iken Mahkeme önüne çıkarılıyor. Bu olayı Mehmet Vani efendi hatıralarında şöyle anlatıyor :
“11 Mart 1953’te bulunduğum yerden aldılar, gözlerime kara gözlük takarak bir kamyona bindirdiler. Yanımda başkalarının da bulunduğu belli idi. Kamyon hareket etti . On dakika kadar sonra durdu. Birer birer indirdiler. Birtakım merdivenleri çıktık. Yedekçi, gözümdeki gözlüğü alarak bir odaya soktu. Odadakilerin hepsi bizimkilerdendi: Merhum şehit Necip Hacı Fazıl’ın ablası Saliha, eşi Sultan hanımlar ve daha başkaları … Hepsinin benizleri soluk, bakışları sönük, boyunları büküktü. Şüphesiz, ben de onlar gibiydim. Sevgi ile bakıyorduk birbirimize. Konuşmak yasaktı.
Bir müstantik subayı arkadaşları birer birer dışarıya çağırıyor, biraz sonra geri getiriyordu. Sıra bana da geldi. Okunacak suçlamanameyi olduğu gibi kabul ettiğimi söylememi, itiraz edersem çok büyük ceza alacağımı söyledi.
Biraz sonra hepimizi dava salonuna götürdüler. Kırmızı bezle örtülü uzun masada üç subay ve iki sivil oturuyorlardı. Birisi önündeki dosyaya bakarak ad ve soyadlarımızı okudu ve sonra, iyi dinlememizi tavsiye ederek suçlamanameyi okumaya başladı.
Yapılan sorguya çekilmeler sonunda tespit edilen suçlar şunlardı :
- Kırım Millî teşkilâtına mensup olmak ve Emel Mecmuası etrafında çalışmak.
- 1943 yılı sonbaharında Kırım’dan Romanya’ya gelen mülteci Kırım Türklerine yardım etmek.
- Türkiye lehine casusluk yapmak.
- 1945 yılında Romanya’daki sosyalist rejim aleyhine kurulan “Rezistenţa” (Mukavemet) örgütüne üye olmak veya bunu desteklemek.
- Demir Muhafızlar partisine üye olmak.
Birçoklarımız “Kırımcılık” yapmış ve Kırımlı mülteci kardeşlerimize yardım etmiştik. Aramızda Demir Muhafızlar partisine mensup olanlar ve Mukavemet örgütünde çalışanlar da bulunuyordu. Üç arkadaş vatana hıyanet suçu ile suçlanıyorlardı.
Suçlama-namede her birimizin ayrı ayrı suçları, bire on katılarak gösteriliyor, hiç aslı olmayan bazı iftiralar da yapılıyordu. Suçlayanlara göre, hepimiz halk düşmanları hainler idik, sosyalist rejim ve demokrasi için tehlikeli kişilerdik. Suçlama-name okunduktan sonra, yargıçlar kurulu başkanı yüksek rütbeli bir subay, bize hitaben :
‒ Dinlediniz, suçlarınızın ne olduğunu işittiniz. Verdiğiniz ifadelerden anlaşılan ve kararlaştırılan suçlar bunlar. Bunlara ek olarak daha söylenecek şeyler varsa, söyleyiniz. Biz samimi kişileri takdir ederiz. Belki bizim bilmediğimiz şeyler daha vardır. Kim bunları açıklarsa, biz ona mükâfat olarak cezasını hafifleteceğiz, yahut suçunu bağışlayacağız.
Aramızdan bir arkadaş şöyle konuştu :
‒ Ben, gerek kendimin, gerek bazı arkadaşlarımın ifadesinin doğru olduğunu yüksek huzurunuzda söylemeyi gerekli buluyorum.
Bu sözleri kendisine müstantik tarafından verilen talimat üzerine söylediği anlaşıldı.
Salonda, biz yargılananlar, üç yargıç subay ve iki sivil bulunuyorduk. Sivillerin avukat olduklarını ve güya bizi savunmak için geldiklerini sonradan öğrendik. Kapıda da iki silâhlı asker görev yapıyorlardı.
İşte, dava böyle görüldü. Onlar suçladılar, biz sustuk, daha doğrusu susturulduk.”
Dördüncü cezaevi : “Köstence sivil cezaevi. Hepimizi kamyona bindirdiler, Köstence sivil cezaevine getirdiler. Artık hepimiz bir yerde idik. Doya doya konuşabiliyorduk. Akşam birisi gelerek mahkûmiyet sürelerimizi okudu. Ben 15 seneye mahkûmdum. Vatana hıyanet suçu ile yargılananlara daha büyük ceza vermişlerdi. (İrsmambet Yusuf, Müstecib Hüseyin, Mehmet Mendu – ömür boyu hapis).
Beşinci cezaevi : Jilava. Bükreş yakınında, çukurluk, rutubetli bir yerde, bir ayırıp dağıtma, gel-geç zindanı. Bazı ağır cezalı tutuklular, işe yaramayan ihtiyar, hasta olanlar da burada tutulurdu. … “Bir hafta sonra sevk gruplandırmaları oldu. Biz dört soydaş, 500 kişilik bir kafilede o tarihlerde çalışma kamplarının en büyüklerinden biri olan Tuna-Karadeniz kanalının inşaat şantiyelerine getirildik.”
Altıncı cezaevi : Kanal-Midia
“Midia’ya 15 kilometre uzaklıkta bulunan Taş-avul (Rom. Piatra) köyünün yakınındaki bayırdan taş çıkarıyor, vagonlara yüklüyorduk. .
Bizim çalıştığımız Taş-avul şantiyesinde makinelerde çalışan birkaç sivil, tutuklulardan olmayan kişiler, vardı. Bunlardan birisini biraz tanır gibi idim. O da bana dikkatle bakıyordu.
‒ Siz Mehmet efendisiniz galiba.
‒ Sen Şaman köyünden (Rom. Luminita) Şefik misin ?
‒ Onun kardeşiyim. Adım Tevfik. Böyle dedi ve yanımdan ayrıldı.
Bu Tevfik adındaki genç, Köstence’de Koşu mahallesinde oturan amca kızı Lütfiye ablamın ana tarafından akrabası idi. Dördüncü günü sabah Tevfik’in lokomotif kabininden indiğini gördüm, sevindim. Tevfik benim çalıştığım yere yakın bir taş üstüne oturdu. Elinde bir paket vardı. Bana bakarak başını salladı ve elindeki paketi taşın yanına koyarak oradan uzaklaştı. Koştum, aldım paketi. Bir tenha yere giderek açtım. Eşim on beş tane çibörek arasına bir mektup sıkıştırmıştı .
“Özen 1952-1953 yılında okula başladı. Tekin orta bire devam etti. İkisi de pek iyi derece ile sınıflarını geçtiler. Cenab-ı Hak rızkımızı veriyor. Ben bazı tanıdıklara bir şeyler dikiyorum. Beş-on para çıkarıyorum. Sen hiç merak etme. Sağlığını korumaya gayret et. İnşallah kavuşuruz.”.
14 Temmuz 1953’te Kanal yapımının birdenbire durdurulduğunu işiderek sevindik.[5]
Yedinci cezaevi : Aiud cezaevi. …
Sekizinci cezaevi : 31 Ağustos, Baia Sprie, kurşun madeni ocakları.
Transilvanya’nın kuzeyinde. Yemek daha çok ve daha kalorili, besleyici.
“Ocağa girdiğimin dördüncü günü, iş yerinde şefimiz olan bir tutuklu, iş arkadaşım papaz ile ikimize, yan galerilerinden birisinde bir iş verdi. Taş ve toprak gibi gereksiz artıkları galerinin iç kısmından girişe yakın bir çukura el arabasıyla taşımak işi. Galerinin iç tarafında sıcaklık 35-40 derece civarında idi. Havasızlık da ona göre idi. Üçüncü kez el arabasını doldururken, birden başım dönmeye ve nefes alışım ağırlaşmaya başladı. Oturdum, üzerime bir baygınlık geldi. Kendimden geçerek yere uzanmışım. Bir ara gözlerim açtım, iş arkadaşım papazla bir genç tutuklu beni yerden kaldırmak istiyorlardı. Onların yardımı ile ayağa kalktım, beni ana galeriye getirdiler, yüzümü başımı yıkadılar. Biraz serinledim, kendime geldim. .”.
“Burada Romanya’nın bazı ünlü kişilerini tanıdım.
Romulus Dianu Curentul (Akım) gazetesinde yayınlanan çok değerli yazıları ile isim yapmış olan kuvvetli bir gazeteci idi. Pek çok memleketleri gezmiş, çok şeyler görmüştü. Balkan Devletleri İtilâfı işlerini ve meselelerini yakından takip etmek için sözü geçen gazetenin temsilcisi olarak Ankara’da bir hayli zaman kalmıştı. Şöyle anlattığını şimdi de işidir gibi oluyorum: “1933 ve 1934 yıllarında birkaç kez Çankaya’da Atatürk’ün sofrasında bulundum. O büyük adamın ölmez anısına karşı sonsuz saygım var. Misafirleri severdi. Zaten Türkler misafirperver insanlardır .”
“Bir gün birçok tutuklular bir arada konuşup oturuyorduk. Yemeklerden söz açıldı. Senelerce Fransa’da kalmış olan bir profesör Fransız yemeklerinden bahsetti. Bir Macar papaz Macar mutfağına dair konuştu, Macar yemekleri hakkında malûmat verdi. Bir Romen albay söze katılarak dedi : Bizim borşumuz ve millî aşımız olan “sarmale” kadar lezzetli, saydığınız yemeklerden hiçbiri olamaz.
Aramızda bulunan Romulus Dianu dedi :
‒ Şimdi sıra peder Vani’de. Türk yemeklerinden bahsetsin.
‒ Türk yemeklerinden bahsetmeden önce “sarmale” kelimesinin etimolojisini yapmak istiyorum. Bu aslında Türkçe bir kelimeden geliyor, sarmak masdarından. Sözüme devam ederek sarmak masdarının Romencesini söyledim.[6] Üzüm veya lahana yaprağının ortasına etle karışık pirinç koyarak yapılan yemeğe sarma deriz. Romenlerin bu yemeği sarmale (“sarma”nın çoğulu) ismini vererek Türklerden aldıklarını söyledim.
Romulus Dianu bana hak verdi ve :
‒ Evet, “sarmale” kelimesi Romen kökenli değil, dilimize Türkçeden gelmiş olacak.
Milli aşlarımız olan çibörek, köbete, tabakbörek, mantı çorbası ve kalca’dan bahsettim, açıklamalar yaptım.”.
Dokuzuncu cezaevi : Caransebeş.
“Romanya’nı batısında, büyük ve zengin Banat bölgesinin Timişoara vilâyetinde bir ilçe merkezi. … Bu cezaevinin mobilya atölyesi vardı. .
13 Mart 1955, sevinç günü. Gardiyan ailelerimize mektup yazmak, eşlerimizi ve başka yakınlarımızı görüşmeye çağırmak ve beş kiloluk yiyecek paketi kabul etmek hakkı verildiğini söyledi. … Ben eşime Köstence’den ta Karansebeş’e, memleketin bir kenarından o bir kenarına gelmek pek zor olacağını, epeyce yol parası gerekeceğini düşünerek, görüşmeye gelmesini yazmadım.
Bir akşam altımızdaki katın odasından bir ses geldi. Pencereden dışarı bakarak oturan bir oda arkadaşım bana hitaben :
‒ Peder, gel buraya, birisi seninle konuşmak istiyor, dedi. Hemen pencereye gittim.
‒ Benim, Mehmet. Kim istiyor beni?
‒ Benim, Tahsin.[7] Geldi mi kimse evden ?
‒ Hayır, yazmadım çünkü.
‒ Benim eşim geldi. Hepsi sağmışlar. Sarkıt bir ip.
Oda arkadaşlarımdan birinde ip varmış. Sarkıttık. Tahsin’in sesi işitildi:
‒ Çek ipi. Afiyetle ye.
Bir torbacığa birkaç dilimcik yağda kızartılmış ekmek, biraz kaşar peyniri, 15-20 kesme şeker koymuştu. Bana dünyayı bağışlamıştı sanki, öyle sevindim.
Beni yine bir düşünce yormaya başladı: Eşim arkadaşlarımın eşlerinin konuşmaya çağırıldıklarını duymuş ve üzülmüştür. Bana konuşma hakkı verilmemiş olduğunu zannederek kim bilir ne kadar kahırlanmıştır, diye üzüldüm. Hem de öyle olmuş. Kurtulup eve geldiğim vakit bunu kendisinden duydum.
Onuncu cezaevi : Bükreş, tekrar Uranius. …
On birinci cezaevi : Tekrar Jilava.
“Buraya geldiğim günlerde en çok konuşulan mesele birkaç vakit önce çıkmış olan bir af kararnamesi idi. Bu kararname gereğince beş seneye mahkûmiyeti olanlar ve memleketten kaçmak isteyen ve bu maksatla sınırı geçerken yakalanarak yargılanan ve mahkûm edilen tutuklular serbest bırakılacaklardı. Hatta bazı cezaevlerinde bu kararname uygulanmaya başlamıştı. Kararnameye girmeyen mahkûmlardan birçokları cezaevi yönetiminden dosyalarının getirilmesini ve hangi maddeye binaen mahkûm edildiklerini öğrenmek için iddia – namelerin okunmasını istiyorlardı. Ben de istedim dosyamın getirilmesini. Sıram gelince bir memur dosyamı getirdi ve suçumun ne olduğunu, hangi maddeye binaen mahkûm edildiğimi okudu. Suçum: Romanya’nın müttefiği bir devlet (Sovyetler Birliği) aleyhine çalışmışım ve 1-nci madde uyarınca, kıyasen 15 yıla mahkûm edilmişim.
Odada Colbasca (Kolbaskı) isminde bir avukat vardı. Bir yıl önce tutuklanmıştı. Dışarıda, serbest hayatta olup geçenleri biliyordu. Kendisiyle iyi görüşüyordum. İyi bir insandı. Dosyamı getiren ve okuyan emniyet memurundan bir daha okumasını rica etti, dikkatle dinledi ve bana şöyle dedi:
Peder, sizi mahkûm edebilmek için bir kanun metni bulamayınca, 1-nci madde uyarınca kıyasen mahkûm etmişler. İki yıl önce bu madde kaldırıldı. Şöyle ki sizi tutuklu olarak tutmaya hakları yok. Hemen serbest bırakmaları gerek. Vakit kaybetmeden dilekçe veriniz, benim söylediklerimi yazınız ve serbest bırakılmanızı isteyiniz.
Avukatın söyledikleri beni ümitlendirdi. İkinci günü sabah rapora çıktım, dilekçe vermek istediğimi söyledim. İki hafta sonra bir odaya götürdüler, kâğıt kalem verdiler . Gardiyanın gözetimi altında Genel Savcılığa dilekçemi yazdım.” …
On ikinci cezaevi : Tekrar Aiud.
On üçüncü cezaevi : 8 Ekim 1956, Gherla. …
“1 Nisan 1957. … Odanın kapısı açıldı ve gardiyanın bağırdığı işidildi :
‒ Mehmet Vani, bagajını yap ve hazır dur ! …
Gardiyan geldi, çıktık. … Avlunun köşesindeki küçük bir odaya geldik, içeri girdik. … Orta yerdeki masada oturan memur kendisine yakın gelmemi rica etti :
‒ Siz 15 seneye mahkûmmuşsunuz. Genel savcılık, yapılan araştırmalar sonunda suçunuzu daha küçük bulmuş ve cezanızı beş yıla indirmiş. Bu suretle son zamanda çıkan af kararnamesine girmiş oluyorsunuz. Şöyle ki bugünden itibaren serbestsiniz.
Köstence’ye geldim. Tren istasyonunun yanındaki durakta otobüse atladım, evimin yanındaki durakta indim. Birkaç defa avlu kapısına vurdum, Fatma ! diye seslendim. Erkendi, henüz güneş doğmamıştı .”
*
Mehmet Vani efendinin yukarıda sunduğumuz hatıra bölümleri rahmetli yazarımızın üç ciltlik “Dobruca’nın Davuşı” eserlerinin üçüncü cildi için hazırlanmış metinden alınmıştır. Birinci ve ikinci ciltler 2003 ve 2004 yıllarında Köstence Tatar Türkleri Demokrat Birliğinin yayını olarak çıkmıştı. Hatıralar cildi, içinde bulunduğumuz 2009 yılının başına gelindiği halde, henüz basılmadı.[8]
Serbest kaldıktan sonra Mehmet Vani Efendi öğretmenliğe kabul edilmedi. Türlü işlerde, vasıfsız beden işçisi gibi çalıştı. Epey zaman geçtikten sonra Kumluk mahallesinde imamlık etmesine müsaade edildi. Çocukları yüksek tahsillerine babalarının sosyal durumunu gizleyerek başlayabildiler.
Oğlu Tekin inşaat mühendisi çıkıp bir süre mesleğinde çalıştıktan sonra, 1971 yılında ailece Türkiye’ye göç ettiler. Sıfırdan başlayıp kendilerine yeni bir hayat kurdular. Vani soyadlarına Yurtsever adını da eklediler.
Mehmet Vani Yurtsever Efendi İstanbul Mezarlıklar Müdürlüğünde din hocası vazifesinde bulundu, 1983 yılında yaşlılık ve sağlık nedeniyle buradan emekli oldu.
“Emel Mecmuası” İkinci Dünya Savaşına kadar Romanya’da yayınlanmış, 1940 yılında kapanmıştı. 1971’de Mehmet Vani ailesi Türkiye’ye geldiğinde, Mecmua 1960 yılından başlayarak, yine Müstecib H. Fazıl – Ülküsal’ın öncülüğünde, “Emel Dergisi” adıyla yeniden yayınlanıp Kırım İstiklâl Davasının organı olmaya devam ediyordu. Mehmet Vani Yurtsever Efendi eski Emelci dostlarından hayatta olanlara bir daha kavuştu : Müstecib H. Fazıl Ülküsal, Seyfettin H. Fazıl Ülküsal, İbrahim ve İsmail Otar, Abdullah Zihni Soysal, Mehmet ve Emin Zekerya-Bektöre’yi arayıp buldu.
Emel Dergisine yazılar vermeye başladı. Emel’in 1972-1973 sayılarında Dobruca’daki Kırım Türklerinin adet ve geleneklerine dair manzume ve makaleleri, Türkiye Türkçesine uyarlanmış “Kurban Bayram Gecesi veya Gökgöz Bayar”, “Büyülü Yumurta” piyesleri tefrika edildi.
1974 yılında “Kurban Bayram Gecesi” piyesi Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneğinin tiyatro kolu tarafından İstanbul Şehir Tiyatrolarının Beyoğlu sahnesinde temsil edildikten sonra Eskişehir ve Polatlı’da da oynandı.
1976 yılında yazdığı dört perdelik “Sönmeyen Ateş” piyesi 1976-1977 yılı sayılarında tefrika edildikten sonra, 2000 yılında Türkolog Dr. Nedret Mahmut hanımın “Romanya Türk-Tatar Edebiyatı” güldestesinde de yer aldı.
Konusunu Kazan Tatarlarının tarihinden alan “Süyümbike” dramını 1987 yılından sonra yazmış olsa gerek. 1987 yılına kadar getirmiş olduğu hatıralarında bu piyesinin hiç adı geçmiyor.
Mehmet Vani -Yurtsever Efendi ömrü boyunca Kırım için çalışıp, Kırım sevdasıyla yaşadıktan sonra, ilâhi bir rastlantı ile, 18 Mayıs 1994’te, Kırımlı sürgün şehitlerinin anıldığı bir günde vefat etmiştir. Allah rahmet eylesin.
Yazı dizisinin sonu.
* Saim Osman Karahan’ın bu önemli yazısı Bahçesaray Dergisi’nin 49, 52, 53, 54 ve 57/58. sayılarında 5 bölüm halinde neşredilmişti. Bu vesileyle kendisi de samimi ve faal bir Emelci olan, bir dönem Emel’in yazıişleri müdürlüğünü yapan Saim Osman Karahan’ı ve bütün Emelcileri rahmetle anıyoruz (EMEL).
[1] 1992 yılında Kırım’dan Osmanlı Arşivciliği üzerine araştırma stajı için İstanbul’a gelen iki genç tarihçi, İbraim Abdullayev ve Eldar Seyitbekirov, Semerkand’da yaşayan, ailenin hayatta kalan tek ferdi, Dr. Meryem Özenbaşlı’nın ricası üzerine, İstanbul Derneğimizin yönlendirmesiyle beni arayıp bulmuş, birlikte Mehmet Vani efendinin evine gitmiştik. Böylece bu iki genç, kırk yıl kadar önce koparılmış bir manevi bağın uçlarının yeniden bir araya getirilmesine vesile olmuşlardı. – S. Osman Karahan.
[2] Mehmet Vani efendinin yazılarını “Dobruca’nın Davuşı”- Köstence 2003, Tahsin İbrahim efendininkileri de “Türknin Öz Qardaşı”- İstanbul 2008, kitaplarında topladığım sırada, sayın Naci Cafer Ali efendi, vaktiyle ders kitaplarında yer almış imzasız eserlerin sahiplerinin adlarını, hatırlayabildiği kadar, bildirerek, o zamanki haksızlığın tamir edilmesine, Hızır gibi yetişmişti. – S. Osman Karahan.
[3] Kaynak : Romanya Müslüman Tatar Türkleri Demokrat Birliği ve Köstence “Ovidius” Üniversitesi Tarih Fakültesinin ortak yayını eser : Tătarii în İstoria Românilor Ed. Muntenia, Constanţa 2004.
[4] Bu yazı ilk defa Bahçesaray dergisinin Mayıs-Ağustos 2009, 57-58 birleştirilmiş sayısında yayımlanmıştı. Bahsi geçen hatıraları ihtiva eden kitabın Romanya’da yayını ancak 2013 yılında mümkün olabildi. (EMEL)
[5] Komünist partisi Merkez Komitesi içindeki tartışmalarda Kanal inşaatına girişilmesinin zamansız, yanlış bir atılım olduğuna ve memleket ekonomisine büyük zarar verdiğine hükmedildi. Stalin birkaç ay evvel, 5 Martta ölmüştü. Bir ekonomik faciaya sebep olduklarına karar verilen Teohari Georgescu, Vasile Luca, Ana Pauker gibi bakanların ayrıca stalinci oldukları da “anlaşıldı”. İdam edildiler. – S.Osman Karahan.
[6] Rom. a înfaşura = sarmak ; görüldüğü gibi “sarmale” ile hiçbir benzerliği olmayan bir kelime – S. Osman Karahan.
[7] Tahsin İbrahim – S.Osman Karahan.
[8] Bu yazı ilk defa Bahçesaray dergisinin Mayıs-Ağustos 2009, 57-58 birleştirilmiş sayısında yayımlanmıştı. Bahsi geçen hatıraları ihtiva eden kitabın Romanya’da yayını ancak 2013 yılında mümkün olabildi. (EMEL)