“Her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır.” Türkçemizin en şumullü bu atasözü de isbat eder ki, her kavmin, her miletin kendine göre örf ve âdetleriyle gelenekleri vardır. Bu örf ve âdetlerle geleneklerden doğan güzellikler de o milletlerin kendi aralarında paylaşılmak suretiyle dışarıya sızdırılmaz. Yani demek istiyoruz ki, milletlerin, kavimlerin, kültürlerin örf ve âdetler ve geleneklerinden husûle gelen iyilik ve kötülüğün gerek neticeleri, gerekse maddî ve manevî sorumluluğu münhasıran o zümreye aittir. Dışarıdakiler buna karşı yalnız seyirci olarak kalabilirler.
Meselâ, Anadolu’nun bazı yerlerinde yapılan ve bir hafta devamlı her çesit zevk ve şenlikle geçen düğün günleri aynı zamanda düğün sahiplerini türlü türlü aklî ve nakdî eziyet ve sıkıntılara maruz bırakır. Fakat bu sıkıntı ve eziyetler iki tarafın saadetine münhasır ve matuf olduğu için evlâtlar babalarının pek o kadar yüreğini sızlatmaz. Çünkü onda her iki tarafin ortak mutlulukları gayesi, yani maddî ve manevî bir gaye vardır. Gerçi zenginlerin bu debdebe ve gösteriş ile eşanlamlı eserlerini örnek almak zaruret ve mecburiyeti karşısında kalan bir kısım bîçareler, mahallî örf ve âdetlerle geleneklere aynen riayet etmiş olmak gibi büyük bir mâlî buhran ile neticelenen hakikatler muvacehesinde bir müddet çırpınmaktan kendilerini alamazlar. Lâkin, mahallî örf ve âdetlere riayetle ve çekilen zahmetlerle yapılan masraflar millî geleneklere karışıp gitmiştir. Esasen gaye ve emel evlât mürüvvetini görmekten ibaret değil mi?
Kırım âdetlerinin de pek çokları Anadolu âdetlerini andırmaktadır. Kırım’ın her tarafinda, Kırım Türklerinin milyonerinden en aşağı tabakasına kadar her ferdinde mahallî geleneklere riayet sevgisi vardır. Bu sevgi ve geleneksel saik düğün hazırlıklarına dört-beş ay evvelinden başlamak ihtiyacını hâsıl etmekte ve iki tarafı da oldukça mühim fedakârlıklara katlandırmaktadır.
Düğün zamanları sonbaharın sonlarında başlar. Çünkü o vakte kadar çoğu bahçeci ve tütüncü olan Kırımlılar bahçe işlerini, tütün satışlarını bitirmiş ve kazançlarını ceplerine koymuş olurlar. Düğün mevsiminin gelmesiyle Kırım’ın Turan ırkıyla meskûn şehirlerinde yer yer davul zurna sesleri kulaklarda çınlamaya başlar.
O kadar ki, meselâ 23 bin nüfuslu bir şehir olan ve 17 bini İslâm bulunan Bahçesaray’da bir haftada sekiz-on düğünün birden başladığı ve aynı hafta düğün yapmak üzere hazırlanan diger düğüncülerin de davul, zurna bulamayarak düğünlerini gelecek haftaya erteledikleri görülmüstür. Davulsuzluk ve zurnasizliktan düğünlerin tehir edilmesi de gösteriyor ki, burada geleneklere siki ve degismez bir baglilik vardir. Teferruati her ne olursa olsun esas itibariyle bu gelenek ve âdetlerden millî bir zevk ve derunî bir haz duymamak kâbil degildir.
Mehterhâne-i hakanî takimi saray içinde her gün nöbet vurdugu zamanlarda halkimizda görülen hücum ve büyük ilgi de gösteriyordu ki Turan irkinin eski geleneklerini sürdürmeye ve ihyâya siddetle ihtiyaci vardir ve bu ihtiyaci vazgeçilmez bir gereklilik derecesinde gören Askerî Müze müdürlügünün eski millî âdet ve geleneklerimizi ihyâ ve idâmeye matuf olan önemli icraati sükrana deger.
Gerçi o eski âdet ve gelenekler meyaninda bugün terkedilmesi zarurî hükmünde olanlari da bulunabilir. Fakat millî duygulari oksayacak, Türk’ün gögsünü kabartip sisirecek derecede iftihar etmemiz ve sevinmemiz gerekenleri de bütün bütün unutmus olmak veyahut unutmus gibi görünmek millî ve ananevî duygulardan soyutlanmis olduguna delâlet eder.
Suraya kadar belirttigimiz giris ve mütâlâalardan maksadimiz Turan irkinin yer yer eski duygularina ve eski geleneklerine kuvvetli bir baglilik ile gönül baglamalarina bugün hiç bir engel ve zorlayici mevcut olmadigini irkdaslarimiza anlatmaktir.
Kirim lisaninda toy tabir olunan düğüne bu ülkenin her tarafinda Pazar gününden baslanilmasi eski âdetlerdendir. Bundan evvel yani toy baslamazdan evvel her iki taraf arasinda kararlastirildigi sekilde erkek tarafindan mükellef tepsiler üzerinde türlü türlü nisan hediyeleri, su cümleden kiz için bir kaç kat elbiselik kumaslar, pullu bürümcükler vesair süs esyalari gönderilir ve hediyeler mutlak surette ya Pazartesi veyahut Persembe gecesi bir kaç kisi ile ve fenerler yakilmak suretiyle yollanir. Erkek tarafi bu hediyeleri getirenlere türlü ikramlar ve iltifatlar yagdirir.
Nisan merasimi icra olunduktan sonra artik kendilerini bir manevî bag ile yek digerine bagli kabul eden her iki taraf hazirliklarina devam ve bir an evvel düğün yapilmasina gayret ederler. Bu müddet zarfinda tesadüf eden mübarek günler erkegin kiza ve kiz tarafinin erkege hediyeler göndermesi için vesile bahseder.
düğünden bir hafta evvel agirlik nami altinda erkek tarafından kiz tarafına ayrıca bir çok agir ve çeşitli elbiselik kumaşlar gelir ve bu meyanda ferâce yasmak, ayna, tarak, mest, pabuç, telli duvak ve saire bulunur ve bunlarin bulunmasi elzemdir. Çünkü âdettir.
Pazar gecesi her iki tarafta şehir delikanlıları toplanarak düğüne davet edeceklerini yazarlar, müdâvimlerin isimlerini kaydederler. Bu is bile tantanalı bir şekilde yerine getirilir. isimler yazıldığı esnada oyunlar tertip edilir, şarkılar söylenilir, yemişler çıkarılır.
Pazar günü, her iki tarafta toy baslar; şehir ve köy halkı tebrik maksadıyla gelir ve her gelene davullar, zurnalar yol havası çalarlar. Gelenlere son derece i’zaz ve ikram edilir. Öğlene kadar herkes dağılır, çalgıcılar dahi gider ve o gün ve gece sükûn ile geçer.
Pazartesi günü sabah erkenden çalgıcılar gelir, ikindiye kadar kız tarafında ve erkek tarafında oyunlar ve çeşitli zevk ve şenlikler îfâ edilir. İkindi vakti kız tarafında gelini perdeye korlar ve gelin perde arkasında Perşembe günü öğlene kadar kalır. Orada arkadaşları ile eğlenir. Bütün Kırım yarımadasında “Aglama Gelin” tabir olunan bir hava vardır ki, bu çalınır çalınmaz gelin ve nezdinde bulunan yaşıtları birbirlerinden ayrılacaklarını ve gelin bilhassa baba evini terkedeceğini düşünerek ağlar. Salı günü, haftanın en ağır ve en zevkli günüdür. Gelinin Salı gecesi başına, Çarşamba gecesi ellerine kınalar konulur. Bu merasim de çalgı ile ve türlü türlü debdebe ve ihtişâm ile yerine getirilir. Kınayı koyanlara ve ona yardım edenlere bol miktarda bahşişler atılır.
Perşembe günü, öğle üzeri erkek tarafindan “kuda” tabir edilen gelin alıcıları gelir. Bunlar son derece büyük bir hürmet ve debdebe ile karşılanır. Kudalar geldikten sonra nikâh kıyılır, kudalara mahsus sofralar kurulur, tatlılar dağıtılır, gül suları serpilir ve müteakiben çalgılar “Çeyiz Havası”nı çalmaya başlar başlamaz çeyiz arabaları kezalık gösterişli bir merasimle yüklenilir ve yola konulur ve sonra gelin arabası kapıya yanaşır. Gelin, sırmalı ve işlemeli göz alıcı perdeler arasından geçerek dört atlı mükellef bir landuna dahil olur, kudalar kendi arabalarıyla onu takib ederler. Gelin arabasına bir çok bahşişlik mendiller, çuralar, bohçalarla, çamaşırlar alınır. Bunlar, gelin arabasını yaya ve atlı olarak durdurmak babayişitligini göstermek itiyadını behemahal yapacak olan delikanlılar içindir. Bu suretle bir saatlik yola sekiz saatte gidildiği vâki’ olmuştur.
Hattâ gelin bir şehirden bir şehire, yahut şehirden köye veya köyden şehire getirilirken şimendifer hattına tesadüf edilirse (butka) nöbetçi kulübesinden bir kadının çıkarak yolu kapadığı görülür, bahşiş almadıkça Rus karısı demirleri açmaz, arabaların bütün hayvanlarının başları varaklıdır ve çeşitli mendiller ve çeşit çeşit basmalarla süslüdür. Gelen arabaların düğün arabaları olduğu bunlardan ve bilhassa landunun ziynet ve ihtişâmından anlaşılır. Bu minval üzerine bir köye veya bir şehirden diğerine götürülen gelinin gece yarılarında gidilecek yere vâsıl olunduğu görülmüştür.
Yolculuk esnasında çöllerde koşular tertip edilir. Birinci ve ikinci gelenlere bohçalarla hediyeler verilir. Gidilecek yere erişinceye kadar bir çok merasim icra edilir, köy çocuklarına varıncaya kadar bir çok hediyeler ve bahşişler verilir ve dağıtılır. Bu gerçi israftır. Fakat düğün sahibinin şanı ve şöhretidir. Daha doğrusu bir âdet, bir gelenektir.
Düğün haftası erkek tarafında da büyük bir şevk ve zevk ile geçer. Çarşambaya kadar pek çok ziyafetler düzenlenir. Çalgılar mütemadiyen çalar, bazı kimseler de ince çalgıda bulunur. Bunca çalgı üç-dört keman ve klarnet ile bir kaç dâre (def) ve bir-iki borudan ibarettir. Bu âdetâ bir musikî takımını andırır; hattâ bu takımlar Bahçesaray’ın Hansarayı Parkı’nda her gün akşam üzerleri -yaz günleri- millî ve Rus havaları çalarak gezinenlerin kulaklarının dinlenmesine ve keyiflenmesine çalışırlardı.
Sadede gelelim: Çarşamba gecesi erkek tarafında delikanlılar toplanır yemekler yenilir, şerbetler içilir ve sonra bahçeye, bahçe müsait değilse geniş sofaya, süslü bir şal serilir ve üzerine süslü bir iskele konulur. Bu güveye mahsustur. Güvey bir don ve bir gömlek ile oraya oturur. Bu esnada kadınlar tamamen oradan ve civarından uzaklaşmışlardır. İki delikanlı güveyin iki tarafına geçerek onu bastan ayağına kadar giyindirirler. Bu sırada çalgılar devamlı olarak çalar ve yanmakta olan bir çok lambalardan başka sekiz-on çocuk güveyin karşısında ayak üzerinde yeşil mumlar ve meşaleler tutarlar. Bu bir millî zevktir. Güvey giyindirildikten sonra sabaha iki saat kalıncaya kadar kızlar bir tarafta, erkekler bir tarafta türlü-çeşitli zevk ve şenlikle vakit geçirirler. Sabaha karşı “Kökibaşı” denilen şahıs köki koyar ve bir hafta müddetle velvelesi olan düğün-dernek şu suretle sona erer.
Düğünden sonra kırk gün kadar gelin süslü elbiselerle pullu bürümcüklerle sabah ve akşam kayınpederiyle kayınvalidesinin elini öpmek mecburiyetindedir. Bu da aile arasında vücudu elzem bulunan karşılıklı sevgi ve saygı hislerini idâme ettirmeye yönelmiş dinî, edebî, ahlâkî ve Peygamber’in beğeneceği türden bir âdettir.
Makalemizin başında da söylediğimiz vechile Kırım düğünlerini böylece tafsil ve beyan eylemekten maksadımız okuyucularımıza oraların sosyal hayatına ve millî yaşantısına dair bir fikir vermiş olmak içindir.
Anadolu’nun pek çok yerlerinde, şu cümleden Eskişehir ve Konya taraflarında düğünler bu suretle icra edilmektedir. Hattâ bu âdetlerden bir çokları Yenibahçe ve Şehremini taraflarında oturan Kırımlılar tarafından halen uygulanmakta ve yerine getirilmektedir. Çünkü bu belirttiğimiz gibi bir millî âdet ve güzel bir gelenektir. Bu âdetleri yerine getirmeyen bazı yerler olabilir ve bunlardan gereksiz olanlarını terketmekte bir mahzur yoktur. Fakat millî ve ananevî ve hattâ mahallî güzel ve sevilen âdetleri hor görmek ve beğenmemek milliyetçilikten pek uzak bir tavırdır. Geçenlerde şehrimizi [İstanbul’u] tesrîf eden Avusturya İmparatoru Karl Hazretleri’ne yeniçeri bölükbaşıları tarafından yapılan saygi merasimi ve Topkapi Sarayı’nda ìmparator ile ìmparatoriçe Hazretleri’ne alaturka kahveler ikram ve eski zaman isi çubuklar takdim edilmek gibi sırf Türkçe gösterilen misafirperverlik eski Türk geleneklerinin açık birer delili ve şâhididir.
* Arap harflerinden Latin harflerine geçirdiğimiz ve metnin hiç bir şekilde manâ ve bütünlüğüne dokunmaksızın yalnızca günümüz Türkçesine göre sadeleştirdiğimiz bu yazının orijinali İstanbul’da yayınlanan Kırım Mecmuası’nın 4. (1918) sayısının 69.-73. sayfaları arasında derc olunmuştur (Hazırlayanın notu).
Emel Dergisi Sayı: 217. Kasım – Aralık 1996