Bazı Hatıralar
Cafer Seydahmet KIRIMER.
(geçen sayıdan devam)
Kendisinden Paris’te iken aldığım bir mektubunda Petersburg’daki cemiyetin de talebenin istidat ve kabiliyetini seviyesinin salâbetini anlayabilmekten uzak olduğunu yazdığını hatırladığımdan ve alelumum Çelebi Cihan’ın yolsuzluğunu söylemek değil, duyurmaya bile istemediğini bildiğimden, bu yardım arayıp aramaması meselesi üzerinde durmadım. Hakikat, Çelebi Cihan’ın Petesburg’da hayâtının en azaplı günlerini getirmiş olması idi.
Petersburg’u, oranın ilim muhitini, bilhassa Psikö Nevroloji Enstitüsünün profesör ve talebelerini çok beğenmiş ve sevmişti. Rus ilim adamlarının garplılarla at başı gitmeye bile razı olmadıklarını, onlardaki (hakikâti arama) sevdasının onları çok uzağa götüreceğini, bilhassa yoksul talebelerin binbir müşkülâta göğüs gererek, memuriyet ve mevki endişesini tamamıyla akıllarından silerek ilme bağlanmak maksadı ile çalıştıklarını anlatıyor ve bundan büyük endişeler duyuyordu… Rusların ilimdeki terakkileri ile bizim kültür seviyemizdeki ilerleyişi mukayese ediyor ve bu gün için öldüğü kadar gelecek bakımından da neticeyi Rusların lehine çıkarıyor, bundan azap duyuyordu.
O devirde her ikimiz de millî kurtuluşumuzu ancak ilimde buluyor ve bize yalnız münevverler değil, bilhassa ilim adamları lâzım olduğunu anlıyorduk. Yüksek mektebi değil hattâ orta öğretmen mektepleri bile olmayan, bunu bile açmak hakkından mahrum olan bir halkın ilim adamları nasıl ve nerede yetişebilecekti? Edebiyatta, felsefede bile herhangi bir köşede oturarak tam mânasıyla yetişmenin mümkün olamayacağını da düşünüyor, medeni merkezlerde uzun müddet yaşayabilmenin de zorluğunu anlıyorduk. Halkımızın millî hazırlığının zayıflığını, Tokay’ın ölümü çok elim bir tarzda ortaya koymuştu. Çelebi Cihan’ın Tokay’a çok büyük bağlılığı vardı.
Benim 1912’de, Paris’e gitmemden sonra İstanbul’da bulunan bütün İslâm Talebe bir cemiyet kurmuşlardı. Çelebi Cihan’ın da diğer arkadaşlar gibi Kazanlı arkadaşlar ile temasları artmıştı. Onlardan, Tokay’ın şiirlerini alarak okumuşlar ve ora matbuatını takip etmişlerdi. Bilhassa Çelebi Cihan ile Temürcan ve Bekir Çobanzade edebiyata fazla bağlılıklarından Tokay’ı esaslı tetkik etmişler ve candan ona bağlanmışlardı.
Onlar Tokay’ın ruhunu, iman ve seciyesindeki yüksekliğini sanatından ziyade takdir ediyorlar, fakat onun şiirlerinde gerek şekil ve gerekse mâna itibariyle yüksek bir hususiyet bulmuyorlardı. Buna rağmen Çelebi Cihan’ın Tokay’a olan yüksek sevgisi hiç bir zaman kuvvetini kaybetmedi. Tokay’ın genç yağında yoksulluk içinde ölmüş olması, onu da can yerinden sarsmıştı.
Bu kuvvetli sevgiyle o, bu ölümün halkımızın, hattâ münevverlerimizin bile borçlarını tamamıyla ifa edebilecek bir seviyede olmadıklarını ispat ettiğini kuvvetli bir kanaatle müdafaa ediyordu.
O devirde, Rusya Türklerinin hamiyetli zenginleri az çok ıslâh edilmiş, merdeseler açıyor, onlara kuvvetli yardımda bulunuyorlardı. Bunların Üniversite talebelerine yardımları devede kulak bile değildi. Cemiyeti hayriyelerin de yüksek mektep talebelerine yaptıkları yardımlar, diğer masraflarının yüzde onuna bile varmıyordu. Bu cemiyetlerde bu yardım bile ikide birde münakaşa ediliyordu. Çoğunluk, doktor, mühendis çıkacaklara milletin yardım etmesi lüzumunu bir türlü anlayamıyordu. Onlar okudukları sonra halka parasız mı çalışacaklar? gibi suallerin sonu gelmezdi. Mesele yalnız bu kadarla da kalmıyordu. O talebelerin namaz kılıp kılmadıkları, tiyatrolara fazla gidip gitmedikleri de soruluyordu.
Evet Rusya Türkleri, millî bakımdan yüksek tahsilin lüzumunu anlayacak ve bunun temini için fedakârlık yapacak seviyeye gelmemişlerdi, Bu yüzden müsait gençlerin tahsillerini devam ettirebilmeleri mümkün olamıyordu.
İstanbul’a geldiğimin ilk gününü, Çelebi Cihan’la hep bu meseleleri konuşarak geçirdik. O, Petersburg’dan, ben Paris’ten bahsediyor, geçildiklerimizi, düşündüklerimizi birbirimize anlatıyorduk. O gün ben Çelebi Cihan’ın benimle burada müzakere etmek istediği mühim meselenin ne olduğunu soramadım. Ertesi günü benim geldiğimi haber alan arkadaşlarla saatlerce görüştük. O gece Çelebi Cihan’la tenha bir kahveye gittik. Nihayet onun mühim meselesini müzakereye bağladık. Bunun neden ibaret olduğunu yazmadan evvel bir iki noktanın kaydı icap etmektedir.
Her ikimiz de yâlnız tahsilimizi ikmâl değil, bütün hayatımızı ilme vermemiz ve millî çalışmalarımızda maddeten muhtaç vaziyette olmayarak tamamıyla serbest olarak faaliyette bulunabilmemiz lüzumuna kani idik. Benim hayatımı bu şekle dökmeme babamın malî vaziyeti müsait idi. Beni düşündüren cihet, yalnızca babamın bu arzumun mânasını anlayabilmesi idi. Çelebi Cihan’ın babasının maddî durumu perişandı. Onun, bugün için olduğu gibi yarın da, ailesinden bir yardım görmesi ümidi yoktu.: Tahsilini dilediği gibi tamamlayamaz ve bütün hayatını ilme veremezse” millî işlerde serbest olarak çalışamazsa Çelebi Cihan için hayatın mânâsı kalmıyordu. Sevmeksizin, hattâ sevip sevmeyeceğimize bile kanaat getirmeksizin evlenmeğe hakkımız var mı? Ancak karşılıklı sağlam, ciddî, temiz sevgilerle kurulan ailelerin devamlı ve mesut olabilmelerine ümitle bakılabileceğine her ikimizde kani idik. Biz bu esası müdafaa ediyor ve cemiyetimizi buna götürmeğe çalışıyorduk.
Çelebi Cihan’ın Gözleve’de bulunan bir arkadaşı, Dost Mambet Hacı, ona oranın en eski ve en zengin ailelerinden Gaffari’lerin kızlarıyla evlenmeği tavsiye etmiş, kızın annesinden, küçük bir kardeşinden başka kimsesi olmadığından Çelebi Cihan’ın bu ailede serbest olarak vaziyeti idare edeceğini söylemiş ve dilediği takdirde bu meseleyi halledeceğini bildirmiş. Maddî müşkülâtı düşünmekten kurtularak, bütün hayatını ilme ve millet için çalışmağa hasredebilmek için onun bu kararı vermeğe hakkı var mı?
İşte birlikte müzakere ve halletmemiz icap eden mühim mesele bu idi.
O gece birbirimizden ayrıldık ve sabah erken buluşarak Beykoz vapuruna bindik ve oradan da yaya olarak Yuşa tepesine tırmandık. Bütün gün orada yalnız, baş başa bu meselenin müspet ve menfi taraflarım inceledik.
Hayatımızı millete vakfetmeği çoktan kararlaştırmıştık. Her karar ve hareketimizde idealimiz hakimdi. Bu ideal namına sevgiyi de fedadan çekinemezdik. Bu prensibin de söylenmesi kolay, fakat tatbikinde birçok zorluklar vardı. Çelebi Cihan’ın İstanbul’da talebe iken pek az görüşerek daha ziyade mektuplaşarak sevdiği bir hanım vardı. O devirde hepimizin yürekleri ilk sevgi ile çarpmıştı. Ben de Hamdi Bekirzade’nin hemşiresine karşı bu duyguyu besliyordum. Fakat bunu ne söyleyebilmiş ve ne de yazabilmiştim. Hamdi’nin babasının pek sağlam dinî kanaatlerle böyle bir şeye tahammül edemeyeceğine inanıyor ve bundan çekmiyordum. Çelebi Cihan’ın sevgisi ise, hakikî aşktan ziyade sevmek arzusunun bir tecellisi idi. O ne fikirleri ve ne de duygularıyla, o hanımla tam olarak bağlanabilmişti. Ondan bahsederken tenkitleri takdirlerinden kuvvetle idi. Mamafih bu da Çelebi Cihan’ın kararına tesir ediyordu. Bu hanıma o, hiç bîr mektubunda kendisi ile evleneceğini vaat değil, his bile ettirmemişti. Fakat yazışmış olması, onu sevdiğini bildirmiş bulunması o kızın kalbi de kuvvetli bir ümit uyandırmışsa bugün onu kırmağa gidebilir mi idi ? Çelebi Cihan’ın bu kararı kabulüne engel olan mühim bir sebep de bunun bizim gençlerimiz tarafından nasıl anlaşılacağı meselesi idi. Bu kararı kabulle “Paraya satıldı” denebilecek bir vaziyete düşüyor, bu yüzden de gençlerin ona olan imanlarının sarsılabileceğini düşünerek mustarip oluyordu. Ben kendisini, bizim hepimizin kendisini iyi tanıdığımızı ve nihayet bu adımı atarken de yine maksada hizmeti düşünmüş olduğunu izah edebileceğimi söyleyerek meselenin bu tarafına fazla ehemmiyet vermemesini söyledim. Nihayet benim delillerimden birisi de bizim kararlarımızda her şeyden evvel kendi vicdanımızı dinlememiz lâzım geldiği idi. Biz bu, kararlan hakikaten yüksek endişelerle vermiyor muyuz ? Benim bu hususta zerre kadar tereddüdüm yoktu. Çelebi Cihan’ın bu meselede bir an bile kendi huzurunu, refahını düşünmediğine en sağlam kanaate” vardı. Gaffarilerin birkaç yüz bin altını ile değil, dünyanın bütün zenginlikleriyle bile Çelebi Cihan’ın satın alınamayacağına yüzde yüz imanım vardı. Bu imanım ve onun kuvvetli istidadının tam inkişafına varabilmesini ancak bu suretle temin edilebileceğine inanarak ve nihayet Çelebi Cihan’ın dimağının ve ruhunun maddî müzayakalardan kurtularak bütün verimi ile işe bağlanabilmesi için ben bu karara taraftar oldum.
Benim endişem ve Çelebi Cihan’ın kabul ederek tatbikine çalışmasına ciddiyetle söz vermesini dilediğim nokta, evleneceği kızı sevmese bile, onu mesut etmek için elinden geleni fazlasıyla yapmağa çalışmış idi. Biz bu kararı idealimize hizmet emeliyle kabul ediyorduk. Bu bakımdan da o hemşiremizin saadetini temine borçlu ve bu hususta hassas olmağa mecburduk.
Bu kararı verdiğimiz gün ben ondan daha mesuttum. Dönüşte Ali Efendi lokantasında yemek yedik ve gece geç vakte kadar hep aynı mevzu üzerinde konuştuk. Artık konuşmalarımız meselenin ne suretle halledilmesi lâzım geldiğine dairdi.
Çelebi Cihan yalnız dimağı ile değil, yüreği ile de bu fikri takdir etmiş ve benim meselenin bu safhasını ciddiyetle mevzubahis etmiş olmamdan, memnun olmuştu.
Çelebi Cihan, Dost Mambet’e uzun bir mektup yazdı ve kendisinin evlendiği takdirde de tahsilini devam ettirmek emelinde olduğunu, refikasıyla birlikte Petersburg’a gitmeleri icap ettiğini, bütün hayatını ilme ve millî işlere hasredeceğini ve hususî vaziyeti hakkındaki şartlan bildirdi. Bu hususlar kabul edildiği takdirde kendisine telgrafla malumat verilmesini ve Odesa’da Dost Mambet’le birleşerek oradan Gözleve’ye birlikte gitmeleri ve nişan merasiminin yapılmasını yazdı.
BABAMLA BAŞBAŞA
Birkaç gün sonra ben de Sivastopol’a hareket ettim. Romanof sülâlesinin üçyüz yıllığı münasebetiyle yapılan umumî af ailemize cesaret vermiş ve çağırtmışlardı. Büyük bir heyecanla vapurdan çıktım ve hiçbir suale bile tabi tutulmaksızın diğer yolcularla birlikte şehre gittim. Oradan telefonla ailemizle görüştüm. Ertesi gün Yalta’da babamla kucaklaştım.
Bu defa şehirden köye giderken arabada yalnızdık. Babam, benimle konuşmak istediği meseleler için bunu kasten böyle yapmıştı. Umumî sözlerden sonra babam, benim Paris’e kaçmam meselesinin neden ileri geldiğini kendisine esaslı anlatmamı söyledi. Ben de açık olarak bizim, siyasî kanaatlerimizi ve millet için çalışma kararımızı, müstebit çarlığın milletimizin millî kalkınmasına katiyen imkân vermediğini, onu mahvetmek için uğraşan Rus inkılâpçılarının faaliyetini, bizim de onlarla çalışmamız lâzım geldiğini söyledim ve “Yirminci Asırda Tatar Milleti Mazlûmesi” ni bu kanaatlerle yazdığımı, ihtiyaten bunu kendi adımla neşretmemiş olmakla beraber polis araştırmaları ile yakalanarak Rus konsolosluğuna teslim edileceğimden korkarak Paris’e gittiğimi izah ettim.
Babam inkılâp fikirlerinin muvaffak olmasını diliyordu. Fakat inkılapçıların muvaffak olacaklarında tereddüt vardı. 1905’de Rus inkılâpçılarının muvaffak olamamalarına o yakınen şahit olmuş bundan şahsen de, epey azap çekmişti. Bizim halkın inkılâbı benimseyebilmesini işe, o çok uzak bir iş olarak görüyordu: kaç gençsiniz, Kırım’da kaç arkadaşım var, bütün Kırım bile sizinle beraber olsa Çarlık yıkılmaz ve sarsılmaz inkılâp Rusya’da olursa yürür. Suyun başından tutulması kabildir. Bunun için sizin şimdiden burada inkılâpçı fikirler yaymanız ve bu yolda çalışmanız yalnız size ve ailenize zarar verir. Bu doğru değildir. Bunu yapmağa hakkınız da yoktur, diyordu.
Babamın kaşları çatılmış, sesi sertleşmişti. Ben, bugünden bayrak açmak istemediğimizi, ihtiyatla hazırlık görmek, emin birkaç arkadaşla dertleşmekten başka bir şey yapmayacağımızı söyledimse de babam aynı sesle Çarlık aleyhinde kitap yazarsınız, Rus inkılâpçılarıyla çalışmağa karar verirsiniz, burada hazırlık görmeği düşünürsünüz. Daha bayrak açmış olmak için ne lâzım? diye beni tenkit etmişti. Herhalde babamın beni ihtiyata davet etmesi için bazı sebepler vardı. Fakat babası, onlardan bahsetmiyordu. Nihayet evimizin nasıl jandarmalar tarafından sarıldığını, arandığını, Akyar’dan gelen gizli teşkilât memurlarına bu işi ehemmiyetsiz addettirmek için kimleri tasvip ettiğini, bu yüzden bütün ailemizin, bilhassa annemin ne kadar azap çekmiş olduğunu etraflı anlattı, işin kapatılması için de birkaç bin ruble de vermiş olduğunu söyledi. Aleyhimde gıyaben de bir mahkûmiyet kararı olmadığından umumî af dolaysıyla de bu işin tazelenmeyeceğini, ancak benim küçük bir akılsızlığım yüzünden çok fena vaziyete düşebileceğimizi söyledi. Ve beni Kırım’a davet ettikten sonra Yalta’da dostlarıyla görüşerek lâzım gelen tedbirleri aldığını ve bunların da benim ihtiyatlı hareket etmemi ve toplantılara gitmemekliğimi kararlaştırdıklarını anlattı.
Babam çok heyecanlı ve müteessirdi. Annemin çektiği ıstırapları söylerken sesi titreşti. Bütün bu konuşmada mutadından fazla sigara içiyordu. Babamın tabiatını iyi bildiğimden, ona yarım yamalak cevap veremezdim. Kendisine katiyetle zararlı adımlar atmayacağımı, şehre sık gitmeyeceğimi, daha ziyade bağ, bahçe ve yaylada vakit geçireceğimi, bundan emin olmasını söyledim. Ve benim yüzümden çektiği azapları mazur görmesini rica ederek eline sarıldım, öptüm.
Babam rahatlanmıştı. Sesi yumuşamış, bakışları tabiî sıcaklığım bulmuştu. Artık başka meselelere geçmiştik. Babamın Türkiye mukadderatına olan candan bağlılığını bildiğimden Balkan harbinin, felâketlerinden, İstanbul’da gördüğüm muhacirlerin halinden 17 Mayıs’ta Londra’da imzalanmış olan Londra muahedesiyle neticelenen Balkan harbinin Türkiye için ne kadar felâketli olduğundan uzun yollu konuştum. Bütün yol boyunca, bilhassa bu ağır mevzu etrafında dertleşerek köyümüze geldik.
EVİMİZDE
Annem, kardeşlerim beni kaybolmuş bir evlâtlarını bulmuş gibi göz yaşlarıyla karşılayarak kucakladılar. Hemşirelerim, kardeşim Hamza daha büyümüşler, annem biraz daha zayıflamıştı. Yüzünde yorgunluk, ıstırap ve teessür solgunluğu vardı. Gece geç vakte kadar akraba ve komşularımızla birlikte konuştuk. Götürdüğüm hediyelere de kardeşlerim sevinmişlerdi, İstanbul şekeri ve lokumu da herkesin hoşuna gitmişti Anlattıklarımı da dikkatle dinliyorlardı. Bilhassa kardeşim Hamza’ya Balkan Harbi muhacirlerinin fecî vaziyetleri çok dokunmuştu.
Kardeşim imtihanlarını iyi geçmiş, mektebinden, muallimlerinden çok memnundu. Rus edebiyatı onu sarmıştı. Rus klâsiklerine ait eserler elinden düşmüyordu. Siyasî ve içtimaî meselelere alâkası ve bakışları sağlamdı. Muhakemelerinde hissiyata kapılmaz, söz ve tasavvurlardan ziyade müspet vesikalara ehemmiyet verirdi.
EDİRNE’NİN GERİ ALINMASI HABERİ
Kırım’a geldiğimden az zaman sonra, 1913 yılının 13 Temmuzunda Edirne’nin istirdadı haberi gelmişti.
Londra muahedesiyle Balkan harbi bitirilmişse de-Romanya’nın, Sırbistan’ın ve Yunanistan’ın, Bulgaristan’a hücum etmesiyle ikinci Balkan Harbi başladı. Londra muahedesinde Türkiye’nin Avrupa’daki hududu, Enes – Midye hattı olarak tespit edilmişti. Bu suretle Edirne elden gitmiş, ve İstanbul daimî tehlikeye maruz bırakılmıştı. Hükümeti ele almak azimli ve imanlı gençlerin, başta Mahmut Şevket Paşa’nın bulunduğu hükümetin, bu vaziyete karşı harekete geçmeleri elzemdi. Fırsattan istifade ederek Türk ordusu, Enver Paşa’nın kumandasında Edirne’yi istirdada yürüdü ve yalnız Edirne’yi değil Kırk kilise, Dimetoka şehrini ve havalisini kurtardı.
Edirne’nin alınması haberi bütün Kırım’da olduğu gibi, bizim köyümüzde, evimizde büyük bir bayram tesiri yaptı (1). Kardeşim Hamza, hepimizden ziyade coşmuştu. O, bugünlerde Türkiye’ye gönüllü olarak gitmeyi tasarlıyordu. Edirne’nin kurtuluşu, Enver Bey’in bu büyük zaferde rol oynaması onu candan sevindiriyor ve ümitlendiriyordu. Enver Bey, Kırım gençlerinin yüreklerinde yaşayan en büyük kahramandı.
KARDEŞİM HAMZA
Kardeşim Hanya’nın yaşının ilerlemesi ve malûmatının artması sebebiyle birbirimizle daha iyi anlaşıyor, bağa-bahçeye beraber gidiyor, saatlerce dertleşiyordu. Rus idaresine düşmanlık duygusu onda da çok kuvvetlenmişti. Halkımızın kalkınması, kuvvetlenmesi onu da candan düşündürüyordu, O, bunun için her, şeyden evvel Çarlık istibdadının yıkılması lâzım geldiğini de kavrıyordu. Fakat inkılâpçıların bunu yapabileceklerine inanmıyordu.
O devirlerde kardeşimin dinî duyguları benden daha kuvvetli idi. Bütün Ramazanda orucunu tutardı. Dinî münakaşaları sevmezdi. Tabiatındaki ciddiyet, ağırbaşlılık daha artmıştı. Fazla söz söylemezdi. Münakaşa ve müdafaaları kısa cümlelerle yapardı. Tabiatıyla düşünce tarzıyla müspet ilimlere daha ziyade bağlı idi. Fakat bu sene nedense edebiyata, sanata merakı artmış ve ekseriya bu bahisler üzerinde konuşmamızı isterdi. Edebiyatta şiirden ziyade nesri, romanlardan ziyade hikâyeleri severdi.
Edebiyata, benimle münakaşalara fazla ehemmiyet vermesine rağmen, kardeşim, her gün babamla işlerimiz hakkında konuşuyor, onun yardımına koşuyor, bağ – bahçede çalışan adamlar arasında bulunuyor, yaylaya gidip çobanları, koyunları görüp geliyordu. Nedense bu defa kardeşim Hamza’nın benden birkaç saat ayrılması bile bana çok tesir ediyor. Ramazan geceleri uzun uzadıya konuşuyor, hep birlikte akrabalarımıza misafirliğe gidiyor. Orada da hep ciddî meseleler üzerinde dertleşiyor, evimize döndükten sonra da saatlerce başbaşa konuşuyorduk. Birçok defalar zavallı anneciğim bize gelir, bizi okşar ve uyumamızı, rahatlanmamızı tavsiye ederdi.
Hayatın feci darbesinin başımızın üstünde dolaşmakta olduğundan hepimiz gafil bulunuyorduk. Kardeşimin sağlam, çevik, kuvvetli,vücuduna bakarken hiç birimizin aklından ve hayalinden, birkaç gün içinde onun nurlu gözlerinin hayata tamamıyla kapanacağı geçemezdi. Aklımıza gelmeyen başımıza geldi. Bayram sabahı erkenden kalkmış, abdest alarak camiye gitmeğe hazırlanmıştık. Kardeşimin biraz süklüm püklüm halde dolaşması, başının, omuzlarının fazla öne doğru gitmesi nazarı dikkatimi çekmişti. Evimizin avlusunda kendisini durdurdum, gözlerinin içine bakarak nesi olduğunu sordum, iki gündür fena halde karnından mustarip olduğunu söyledi ve bu bayram günü rahatsızlığından bahsetmememi, ailemizin rahatını kaçırmamamı ısrarla rica etti. Evet, haklı idi. Biz, kaç bayramda kendi ocağımızda toplanabilmiştik. Kaç bayramı, bizim annemiz, babamız, kardeşlerimiz tam, sevinçle, gözyaşı dökmeden geçirmişlerdi.
Fakat o da bilmiyordu ki, bu bayramdan sonra artık, bizim için, hiç bir bayramda sevinmek ümidi kalmayacak ve yıkılıp gidecekti. Derhal arabamızı hazırlattım. Anneme, babama, Hamza’yı acele Yalta’ya götürmem icap ettiğini söyledim ve evlâtlığımız Köse Mustafa Ağa ile birlikte Yalta’ya gittik. Niyetimiz, Hamza’yı acele muayene ettirmek ve ilâçlarını alarak dönmekti. Cafer Ablayefin mağazasının arkasındaki odada kardeşimi bir şezlonga uzattık. Doktor geldi ve karnına sıcak su koydurdu. Vaziyeti her saat biraz daha ağırlaşıyor, derecesi yükseliyordu. Bir – iki doktor daha geldi. Sıcak su yerine karnına buz torbası konmasını tavsiye ettiler ve kendisini acele bir hastaneye yatırmamız icap ettiğini söylediler. Cafer Ablayef, arabamızı acele annemle babamızı getirmeğe gönderdi. Kendisi fevkalâde asabileşmişti. O da kardeşimi çok severdi. Benim endişelerim de artıyordu. Nihayet Cafer, bana kardeşimin apandisitten acele ameliyat olması icap ettiğini söyledi. Bu ameliyatların kolaylıkla geçirildiğini, pek fazla endişeye düşmemekliğimi tavsiye etti.
Zavallı kardeşimin yüzü her saat biraz daha sararıyor, gözleri derinleşiyor, nefesi biraz daha sık ve kesik kesik çıkıyor, sesi yavaşlıyordu. Yanında bulunduğum zaman gözlerini kapamamak için uğraştığını, sesine hakim olmağa çalıştığını ve kabil olduğu kadar gülümsemek istediğini seziyordum. Her yanından çıktığımda gözlerimden yaşlar akıyor, kalbim biraz daha derinden yanıyor, dimağım büsbütün karışık bir hale geliyordu. Düşünemiyor, yahut da ne düşündüğümün farkına bile varamıyordum. Her şey hakkındaki anlayışım değişiyordu. Zaman denilen mefhum, saat dakika, hepsinin kıymeti değişmişti. Dakikalar, bana saatlerden çok uzun geliyordu. Ameliyatın kaç dakika sürdüğünü bilmiyorum. Fakat bu bana bütün yaşadığım zamandan daha üzün gelmişti. Babam, Cafer Ablayef, Mustafa Ağam ve diğer yakın akraba ve dostlar benim halimden endişeye düşmüşlerdi. Hepsi artık kardeşimin iyileşeceğinden bahsediyor ve beni yalnız bırakmıyorlardı. Zavallı anneciğim de birkaç dakika kardeşimin yanında bulunsa, beş on dakika benimle kalıyordu.
Ameliyattan sonra, kardeşim kendisine gelince babamı çağırtmış, elini öpmüş ve: “Baba artık vedalaşmamız lâzım. Ben kurtulamayacağım” demiş ve benim çok hassas olmamdan bahisle bana azamî dikkat etmelerini tavsiye etmiş ve kendi vasiyetini söylemiş. O, “Hayatta en büyük emelim okumaktı. Buna muvaffak olamadım,” diyerek, babamın geliri, köyümüzün mektebini en iyi bitiren iki üç çocuğun okunmasını temin edecek bir toprağını kendi (kardeşimin) adına vakfetmesini rica etmiş, kendisinin de dedelerimizin gömüldükleri mezarlığa defnedilmesini dilediğini bildirmiş…
(1) Bu haber yalnız Kırım’da, Kafkasya’da, Kazan’da, Türkistan’da değil, hattâ Çut (Şarkî) Türkistanında da millî heyecanı fevkalâde yükseltti. 11 Temmuzda Golca’da bu haberin yayılması ile derhal bütün dükkânlar kapanmış, ticaret durmuş ve ahali ellerinde bayraklarla Gülsen Bağ parkına toplanarak nutuklar söylenmiş, Balkan harbi şehitlerine fatihalar okunmuş ve ziyafetler tertip etmişlerdi (Türk Yurdu, sahife 911)