LÜTFİYE İSLAM KİMDİR ?

Hazırlayan : İnci Altuğ BOWMAN.

(Nurettin Mahir Altuğ ile Mülâkat) *

 

Anneniz nerede ve ne zaman doğdu? Ailesi hakkında kısaca bilgi ve­rir misiniz?

Annem 1901 yılında Romanya’nın Mangalia şehrinin Bayram Dede köyünde doğmuş. İki veya üç yaşındayken ailece İstanbul’a göç etmiş ve Şehremini’ne yerleşmişler. Annesinin adı Medine idi. Kendisini çok iyi hatırlıyorum. O beni yetiştirenlerden biriydi. Babasının adı ise İslam idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında babalarının ölümüyle, aile çok zor duruma düşmüş. Lütfiye altı çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu oluyordu.

Lütfiye Hanım’ın öğrenimi ve daha sonra devam etmiş olduğu ebe­lik okulu hakkında ne hatırlıyorsunuz?

İlköğrenimini nerede ve hangi şartlar altında yapmış olduğunu bile­mi­yorum. Fakat annemin eski Türkçeyi iyi bildiğini, yazıp okuduğunu ha­tırlıyorum. Kendisinin daha sonra İstanbul Darülfünunu, Tıp Fakül­tesi’ne bağlı Ebelik Mektebine devam ettiğini ve oradan mezun olduğunu biliyo­ruz. 1925 tarihli diploması Maarif Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Sağlık Bakanı Refik (Saydam) tarafından imzalanmıştı. Eski Türkçe basılmış ebelikle ilgili kitaplarını da hatırlıyorum. Ebelik Mektebine ba­bam Fevzi Altuğ ile evlendikten sonra devam ettiğini ve Yeşilköy’de ebelik yaptığını biliyoruz.

Lütfiye Hanım’ın Fevzi Bey ile evlenmesi her ikisinin de ikinci evli­liği sayılıyordu. Birinci evliliğini çok genç yaşında yapmış olmalı. 

Evet. Yukarıda bahsettiğim gibi, Birinci Dünya Savaşı biterken anne­min ailesi babasız kalıyor. Lütfiye bu ailenin en büyük çocuğu olarak aile sorumluluğunu kısmen üzerine alıyor. Kendisi çok girgin idi ve bir hanım arkadaşı ile ufak çapta ticarete başlıyorlar. Bandırma’ya gidip, peynir alıp getirir ve İstanbul’da satarlarmış. Fakat aile reisi olmadığı için çok güçlük çekiyorlar. O zamanlar Şehremini Karakolunda Şakir isimli bir polis varmış. Dostların tavsiyesiyle, annem Şakir Efendi ile evleniyor ve o da aileye sahip çıkıyor. Bu evlilikten 1922 tarihinde Sabahattin isimli bir çocukları oluyor ki daha sonra kendisi Göneçli soyadını almış. Ne var ki, Şakir Efendi çok içkiciymiş ve evde huzursuzluk yaratıyormuş. Lütfiye çocuğunu doğurduktan sonra, bebeği babasının ailesine bırakarak kendi annesinin evine dönmüş.

Annemin ikinci evliliğine, yani babamla evlenmesine gelince: O sıra­larda Kırım’dan yeni dönmüş, yetişmiş çocukları olan bir öğretmen var­mış. Eşi muhacerette Batum’da vefat etmiş. Yine dostların aracılığıyla, annem Fevzi Bey ile tanışmış ve anlaşmışlar. 1922 yılının sonbaharında da evlenmişler. Evliliklerinin ilk yılları Şehremini’de geçmiş. Çukur Bostan’ın köşesinde iki katlı, ahşap bir evde oturuyorlarmış. Hatta ben bu evde doğmuşum. İlk hatırladığım aile fertleri arasında babamın küçük oğlu Şemsi ağabeyimdi. Annem bu ahşap evde doğum yaparken evdeki çocukların bodrum katındaki samanlığa kapatıldıklarını söylerdi. “Sen doğarken biz samanlıkta üşüyerek bekledik,” derlerdi.

Siz doğduğunuz zaman, babanız Yeşilköy’de okul müdürü olarak çalışıyordu ve daha sonra ailesiyle birlikte Yeşilköy’e yerleşti. Siz çok küçüktünüz, 2 veya 3 yaşında, ve taşınmayı hatırlamazsınız herhalde.  Yeşilköy’e ait ilk hatıralarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Yeşilköy’e taşınınca annem ve babam ilk önce Röne Park’ın karşı­sında Raif Paşa’nın köşkünde bir kaç oda kiralamışlar. Bu köşk üç katlı, büyük bahçesi ve havuzu olan bir bina idi. Ben havuz başında misafirle­rin ağırlandığını hatırlıyorum. Yaz ayları çok iyi geçiyordu. Sonra bu köşkten çıktık ve babamın Yeşilköy Camii’nin yanında satın aldığı iki katlı, ahşap bir eve taşındık. Üst kattaki büyük oda anne ve babamın ya­tak odasıydı. Yanındaki küçük oda da benim odamdı. Burada otururken Aliye ablamın ve Şemsi ağabeyimin evde olduğunu hatırlıyorum. Kadri ağabeyim de ara sıra gelir, giderdi. Babamın beni elimden tutup okula götürdüğünü, sahilde balıkçılardan balık alıp eve getirdiğimizi hatırlıyo­rum. Bu evin de büyük bir bahçesi vardı, oyun oynardık. Çocukluğumuz keyifli geçerdi. Bu sıralarda annem serbest ebe olarak çalışıyordu. Hatı­rımda kalmış, babamın 31 liralık maaşı vardı. Evimize Cumhuriyet gaze­tesi gelirdi. Ben ilk defa gazeteyi Cumhuriyet gazetesi olarak tanıdım. O sıralarda ben beş yaşında olabilirim, yani 1929 yılı. Beni Yeşilköy’deki İtalyan anaokuluna yazdırdılar ve orada İtalyanca öğrenmeye başladığımı hatırlıyorum. Dolayısıyla, okulda yeni alfabeyi de öğrendim. Okulda Rum ve Ermeni çocukları ve birkaç ta Türk çocuğu vardı.

Evinizdeki eski resimler arasında çok ilginç, 1930’da çekilmiş bir fotoğraf var. Yeşilköy’de açılan Halk Okulunu, orada öğretmenlik ya­pan Lütfiye Hanımı ve annesinin yanında duran Nurettin’i görüyoruz.  

Evet, o resim çekildiği zaman ben 6 yaşındaydım. Eski İtfaiye’nin ya­nında taştan yapılmış okul binasında yeni harfleri öğretmek için Halk Okulu açılmıştı ve annem orada öğretmenlik yapıyordu. Bu okuldan me­zun olanlara bir kitap hediye ediliyordu. Yeni harflerle basılmış Anayasa kitabı veya Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Mustafa Kemal’in mührü ile imzalı olarak mezunlara veriliyordu. Bu fotoğraf annemle Yeşilköy’de çekilen son resim olabilir.

1930 yılına doğru ailede bir takım sorunlar başladı. Babamla annem arasında büyük yaş farkı vardı (23 yaş). Annem para kazanmaya başla­yınca bazı anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Ayrıca, annem beni çok kayırırdı. Babamın “Neden hep Nuri’nin üzerine düşüyorsun, diğer çocukları ihmal ediyorsun?” dediğini hatırlıyorum. Annem de beni müdafaa eder, “O küçüktür” derdi. Bu tip münakaşalar devam etti ve sonunda ayrılmalarına sebep oldu. Bakırköy’de bir mahkemede boşandılar. Mahkemeye ben de gittim ve benim velâyetim anneme verildi. 1930’u 1931’e bağlayan ay­larda annemle Yeşilköy’den ayrıldık. Ben Çapa İlkokulu’nun birinci sını­fına başladım.

Fevzi Bey’den ayrılmaya karar verdiği yıl, yani 1930 yılında, Lütfiye Hanım’ın Romanya’da yayınlanan Emel mecmuasında bir kaç tane makalesi yayınlandı. Lütfiye Ülker adı altında çıkan bu yazılar “Kadın Sütunu” veya “Çocuk Sütunu” gibi başlıklar taşıyordu. Bu gösteriyor ki, o sıralarda Emel’in sahibi Müstecip Hacı Fazıl ile irtibattaydı. An­nenizin o makaleleri yazdığı günleri hatırlıyor musunuz?   

Hayır, hatırlamıyorum. Müstecip Bey annemin akrabası oluyordu. Aileden birbirlerini tanıyorlardı. Müstecip’in annesi benim anneannem ile kardeş çocukları oluyorlardı. Hatta elimde olan eski fotoğraflardan biri Müstecip Bey’in ilk evliliğine ait. Müstecip Bey 1926 yılında Dobruca’nın Azaplar köyünde Ali Rıza Kırımîzade’nin kızı Saliha ile evlendi. Düğünlerine İstanbul’dan annem de gitmiş ve beni de yanında götürmüştü. O resimde görüldüğü gibi, ben ilk sırada yerde oturan ço­cuklar arasındayım.

1931 yılının yaz aylarında annem beni de alarak Pazarcık’a gitti. Zan­nedersem Ağustos ayında Müstecip Bey ile evlendi. Ben Latin harfle­rini bildiğim için doğrudan oradaki 4 numaralı Devlet İlkokulu’nun ikinci sınıfına girdim. Müstecip Bey Kırım Tatar millî hareketinin yayın organı olarak Emel mecmuasını çıkarıyor ve kendisi finanse ediyordu. Babası Hacı Fazıl Azaplar köyünün ileri gelenlerindendi ve aile ziraat işleriyle uğraşıyordu. Müstecip Bey’in Pazarcık’ta tek katlı bir evi vardı. Orada hem avukatlık yapıyor hem de neşriyat işleriyle uğraşıyordu. Evde her şey Emel ile başlıyor ve Emel ile bitiyordu. Kendisi yazıları yazar, düzeltme­leri yapardı. Esmer, takriben 40 yaşlarında bir mürettibimiz vardı. İsmi Kara Hafız olarak anılırdı ve sarıklı bir din adamıydı. Hem dinî vazifesini görüyor hem de boş vakitlerinde gelip Emel mecmuasının Arap harfle­riyle dizimini yapıyordu. Böylece yayına hazırlanan sayılar matbaaya gönderiliyordu.

Pazarcık, 1930’larda doğan Kırım millî hareketin ilk merkezi sayı­la­bilir. Emel’in yayınlanmasından başka ne gibi olayları ve kişileri hatır­lıyorsunuz?

Müstecip Bey’in yaz aylarında köyleri gezdiğini, Emel mecmuasını tanıtarak abone topladığını, Kırım davasını anlatıp gençlerden destek almaya çalıştığını hatırlıyorum. Pazarcık’ta günler çok hareketli geçi­yordu. Orada bir Kırım Tatar kolonisi vardı ve hatırladığım gençler ara­sında Emin Bektöre’yi söyleyebilirim. Sonradan Emin Bektöre Tür­kiye’ye gitti ve Eskişehir’e yerleşerek serbest ticarete başladı. Gençlerle toplantılar yapılır, şarkılar söylenir, oyun havaları ve piyesler oynanırdı. Yaz aylarında İstanbul’dan da gençler gelirdi. Bu gençlerden bir kısmı Polanya’da okuyordu ve Polanya’dan gelip giderlerken Dobruca’ya uğ­rarlardı. Hatırladıklarım arasında, Selim Ortay, İbrahim Otar, İsmail Otar, Kemal Kırgız ve Münir Kırgız var. Kırgız ailesi Şehremini’nde annean­nemin evinin bir sokak üstünde otururdu. Hatta Cafer Seydahmet’in de geldiğini hatırlıyorum.

Tarihî kaynaklara göre, 1933 yılında İsmail Gaspıralı’nın yayınla­dığı Tercüman gazetesinin 50. yıldönümünü kutlamak için Köstence’de bir konferans ve müsamere tertiplendi. Bu konferansta konuşmak üzere Cafer Seydahmet de davet edildi. Bu olayı hatırlıyor musunuz?

Benim hatırladığım Pazarcık şehrinde Trianon Tiyatrosu’nda oynanan “Şahin Giray” piyesidir. Bu piyeste Müstecip Bey Şahin Giray rolün­deydi ve annem de Katerina rolünü almıştı. Emin Bektöre ve diğer genç­ler de Rus subay ve diplomatları olarak iştirak etmişlerdi. Bu gibi sosyal faaliyetler çok hareketli olur ve tutulurdu. Yaz aylarında tepreşe çıkılırdı.

1935 yılında Müstecip Bey evini Köstence’ye nakletti. Böylece millî merkez Köstence’ye taşınmış oldu. Orada iki katlı bir evde çalışmalar devam etti. Emel mecmuasının mürettiphanesi de evin bodrum katına yerleştirildi. Neşriyat yine evden devam ediyordu. Kompas denilen bir aletle Emel’in dizgisi yapılıyordu ve bu işi benden bir kaç yaş büyük bir genç üzerine almıştı. İsmi Aziz idi. Sonradan Ankara’ya yerleşti ve Aktaş soyadını aldı. (Aziz, Emel’imiz KIRIM dergisinin sahibi Ünsal Aktaş’ın babasıdır.) Aziz olmadığı zamanlar, annem Emel’in dizgi işlerini yapardı. Kendisi Romanya’da ebe olarak çalışmıyordu. Köstence’deki evde bir de Hediye isimli bir kızımız vardı ve anneme ev işlerinde yardım ederdi. Aziz, Hediye ve ben evdeki üç çocuk sayılırdık. Üçümüz yaz akşamları sokağa çıkar, Köstence sokaklarını gezerdik. Yaz ayları çok hareketli geçer, İstanbul’dan ve Polanya’dan misafirler gelip giderdi.

 

Kısacası, Müstecip Bey ve Lütfiye Hanım’ın Köstence’deki evi Kırım milliyetçilerinin toplandığı bir yer olmuştu. Ne yazık ki, bu mutlu gün­ler uzun sürmedi.

1937 yılında annem hamileydi. Yaz aylarında hazırlıklar yapılmağa başladı. İstanbul’dan anneannem ve teyzelerim geldi. Annemin ebeliğini Rum asıllı bir profesör doktor yapacaktı. Annem hamilelik konusunda bilgili olduğu halde, doğumdan önce çok miktarda tuzlu balık yemiş. Albümini de varmış. Neticede annemin rahatsızlandığını ve şiştiğini ha­tırlıyorum. Doğum evde oldu ve güç oldu. Çocuk ta ters gelmiş. Neden hastahaneye kaldırmadıklarını, neden sezaryen yapılmadığını bilemiyo­rum. Ben o zaman 13 yaşındaydım. Çocuk ters geldiği için kolunu kesip almışlar, fakat gövde bir müddet rahimde kalmış. Kan zehirlenmesi ol­muş ve annem doğumdan üç gün sonra vefat etti. Çocuğu ile beraber Köstence’de Türk mezarlığına gömüldü. Zannederim 1937 yılının Ağustos ayı idi. Anneannem ve teyzelerim İstanbul’a dönerken beni de alıp götürmek istediler. Fakat Müstecip Bey “Nuri bana Lütfiye’nin yadigârı­dır. Ben onu okutacağım, burada kalsın” diye konuştu.

O sıralarda ben Bükreş’te yatılı olarak okuyordum. Fakat sonbaharda Besarabya/Moldova’da Yaş şehrinde Constantin Negruzzi Lisesi’ne geçe­rek orta kısmının ikinci sınıfına yazıldım.  1938 kışı Yaş’ta yatılı okulda geçti. Diğer yıllara göre çok daha zordu. Anne yoktu, anne ilgisi yoktu. Annem ara sıra para yollar, pasta yapıp yollardı. Şimdi okulda yalnız kalmıştım. Yine de İstanbul’dan bir iki mektup geldi. Bir gün Müstecip Bey’den bir mektup aldım. Bana Emine Hanım ile evlenmiş olduğunu bildiriyor, “büyüyünce daha iyi anlarsın, bir erkeğin bakıma ihtiyacı vardır” diyordu. Yine o mektubunda, Şemsi ağabeyimin ve annemin ailesinin benim İstanbul’a gitmemi istediklerini bildiriyor ve okulu bitirince beni İstanbul’a yollayacağını söylüyordu.

Yaz başı Köstence’ye döndüm. Hazırlıklar yapılmıştı, fakat hemen İstanbul’a vapur yoktu. Bir hafta için beni Azaplar köyüne yolladılar. Kendim Emine Hanım’ın evinde istenmediğimi hissettim. Ertesi hafta beni Köstence’den vapura koydular ve böylece İstanbul’a geldim. Bir müddet anneannemin yanında kaldıktan sonra, 1938’in sonbaharında resmî veliliğimi üzerine almış olan Şemsi ağabeyimin ailesiyle oturmak üzere Yeşilköy’e yerleştim. 14 yaşındaydım ve babam dört yıl önce vefat etmişti.

Bu yazının fotoğrafları henüz sitemize yüklenmemiştir.

Notlar:

  1. T.C. Soyadı Kanunu (1934) çıkmadan önce, kişiler babalarının ismini soyadı olarak kullanıyordu. Evlenen hanımlar ise kocalarının ismini alırdı. Lütfiye Hanım’ın kızlık ismi Lütfiye İslam idi. Üç evliliği sırasında, Lütfiye Şakir, Lütfiye Fevzi ve Lütfiye Müstecip olarak bilindi.
  2. “Lütfiye İslam Kimdir?” yazısı ilk defa Fikirde Birlik internet sitesinde Aralık 2008 tarihinde yayınlandı.

* Köstence’de 1937 yılında 36 yaşındayken vefat eden Lütfiye Hanım kısa da olsa dolu bir hayat yaşamış sayılırdı. İstanbul’da yetişmiş, orada eğitimini görmüş ve diplomalı bir ebe olarak çalışmıştı. Kırım milliyet­çilerinden Fevzi Altuğ (1878–1934) ile evlenmiş ve bir müddet Yeşil­köy’de oturmuştu. Hayatının son altı yılını Romanya’da Müstecip H. Fazıl Ülküsal’ın (1899–1996) eşi olarak, onun liderliği altında yeşeren Kırım millî davasını desteklemekle geçirmişti. Lütfiye Ülker ismiyle Emel Mecmuası’nda “Kadın Sütunu” veya “Çocuk Sütunu” gibi başlıklar al­tında yazıları yayınlanmıştır. İlk yıllarında Emel Mecmuası Müstecip Bey’in kendi kudretiyle yayınladığı bir dergiydi ve eşi Lütfiye Hanım’ın Emel’e epey emeği geçti. Lütfiye İslam, bugünkü Kırım topluluğunun tanınmış simalarından Nurettin Mahir Altuğ’un annesiydi. 16 Kasım 2007’de yapılan bu mülakat tarafımdan yayına hazırlanmıştır. Nurettin Bey’e çocukluk hatıralarını bizlerle paylaştığı için sonsuz teşekkürleri­mizi sunarız. –  İnci Altuğ Bowman.

Emel, 230. Ocak-Şubat-Mart / 2010. sayfa 45-54.

TAVSİYELER

TÜRK DÜNYASINDA KADIN ÇALIŞTAYI KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NDE YAPILDI

Türk Dünyasından kadın temsilcilerini bir araya getiren ve açılışına KKTC Cumhurbaşkanı  Sayın Ersin TATAR’ın da …