Türkler ve Ruslar
Müstecib ÜLKÜSAL.
Tarihin en eski milletlerinden biri olan Türkler yüzyıllar içinde değişik adlarla büyük imparatorluklar kurmuşlardır. Türk karakterinin başlıca belirtileri kahramanlık, ahde sadakat ve dostluğa vefadır. Karakterinin zayıf tarafı, izzeti nefsine aşın derecede düşkün olması yüzünden, birbirleriyle anlaşmakta ve birleşmekte güçlük çekmesi ve bir millî ideal etrafında toplanamamağıdır. Bu sebeple imparatorluktan parçalanmış, hanlıkları yıkılmış, büyük bir kısmı esir düşmüştür.
Ruslar geç toparlanıp kalkınmış ve devlet kurmuş bir millettir. Rus karakterinin başlıca görüntüleri ahde sadakatsizlik, hilekârlık fakat değişmez bir milli ideali gerçekleştirme ve dünyaya tahakküm etme yolunda birleşmesidir. Rusların iyi niyet ve dostluk duygularının samimiliğini deliller ile ispat etmeleri gerektir.
Atatürk’ün Komünizm ve komünistler hakkındaki irşat ve direktifleri Türkler için uyarıcı ve unutulmaması gerekli hükümlerdir.
Tarihin en eski milletlerinden biri olan Türklerin, türlü adlar altında, büyük imparatorluklar kurdukları, pek çok millet ve memleketi sınırlan içine alarak idare ettikleri; zaman zaman bu imparatorlukların parçalanmalarından küçük hanlıkların doğdukları bilinmektedir. Hun imparatorluğu, Hazar İmparatorluğu, Cengiz Han’ın Moğol – Türk İmparatorluğu, Altın Ordu İmparatorluğu, Timur İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu bunların en meşhurlarıdır.
Türkler’in Slavlar’la ilk temasları çok eski devirlerde başlamış olmakla beraber, Ruslarla çatışıp savaşmaları 9. yüzyılda Hazar İmparatorluğu zamanında olmuştur (1).
Bu imparatorluklar devrinde Türklerin idari, siyasî, askerî teşkilâtları o zamanın şart ve usullerine göre ne kadar iyi idiyse; Rusların ilkelliği, teşkilâtsızlığı ve geriliği de o kadar kötü idi. Rus ülkelerinde kargaşalık, düzensizlik hüküm sürüyordu. Rus kabileleri birbirleriyle boğuşuyor ve bir başbuğun buyruğu altında toplanamıyorlardı. Bir ara İskandinavya prenslerine baş vurarak: “Bizim toprağımız geniş ve bereketlidir. Burada yalnız yasa ve düzen yoktur. Geliniz, bizim prenslerimiz olunuz ve bizi idare ediniz!” demişlerdir. Bu davet üzerine İskandinavya’dan üç prens gelmiş ve Kuzey Rusya’da üç prenslik kurmuşlardır(2).
Tanınmış Fransız tarihçilerinden Rambaud: “Türk ve Moğolların Rusya’yı istilâsına kadar Rus tarihi diye bir şey yoktu. Rus prensliklerinin sayıları ve sınırlan durmadan değişiyordu”, demektedir.
16. Yüzyıla kadar Türk-Moğol baskısı ve egemenliği altında yaşayan ve Türk Devletlerine vergi veren Rus prenslikleri, birbirleriyle boğuşmaktan vazgeçerek, Türk tehlikesi karşısında birleşmek ve düşman saydıkları Türklere karşı birlikte savunmak zorunluluğunu his ettiler.
Ruslar, böylece, Türklerden korunmak için yalnız birleşmeği öğrenmediler; bir memleketin nasıl idare edileceğini, ordunun nasıl kurulup teşkilâtlandırılacağını, köylerin ve şehirlerin nasıl düzenleneceğini de öğrendiler.
Türkler mert, kahraman ve savaşçı insanlardır. Bunların dostluklarına ve vefakârlıklarına güvenilir. Dürüst ve temiz ruhlu olduklarından hileye, yalana ve iki yüzlülüğe aldanabilirler; fakat aldatıldıklarını anlayınca buna tahammül edemezler. Şeref ve haysiyetlerine, izzeti nefislerine düşkün, gelenek ve inanlarına bağlıdırlar; ahitlerine sâdıktırlar. Karakterlerinin zayıf tarafı, izzeti nefislerine fazla düşkün olmaları yüzünden, gerektiğinde ve zaruret karşısında, kişisel kırgınlıklarım kolaylıkla unutarak düşmana karşı tam birlik yapamamalarıdır.
16. Yüzyılda Moskova Prensliği iki faktörün etkisi altında toparlanıp kuvvetleniyordu :
Biri, başında Korkunç İvan gibi demir iradeli ve merhametsiz bir Prensin bulunması idi. Bu adam, küçük Rus prensliklerini egemenliği altına almış, geleceğin büyük Rusya’sının temelini atıyordu.
Diğeri, Batı Avrupa’da başlayan Rönesans’ın (kalkınmanın) ışıkları Moskova’ya kadar uzanıyor, Rusları derin uykusundan uyandırıyordu.
Bu çağda Timur’un kurduğu Türk İmparatorluğu çoktan yıkılmış, yerine Asya’ da küçük hanlıklar türemiş ve dağıttığı Altın Ordu Devleti de parçalanarak küçük ve zayıf birçok hanlıklara bölünmüştü. Geniş Türk yurdunda doğmuş bu küçük devletler, bir taraftan yanlış anlaşılan dinî akidelerin yarattığı hurafelerin etkisi ile ve (İçtihat kapısı kapanmıştır) fetvasının zekâyi çember içine alarak düşünme kudretini boğması ile koyu bir taassup ve cehalete bürünüyor ve Avrupa’nın kalkınma hareketine sırt çeviriyorlar; diğer taraftan kendi aralarında birleşmek şöyle dursun, birbirleriyle boğuşup savaşmakta, yekdiğerini hırpalayıp yormakta ve ezmekte devam ediyorlardı. Hattâ bir kardeş ülkenin düşman eline geçmesi için düşmanı ile birleşecek kadar ileri giden hâin hanlar ve idareciler de vardı. Bir kardeş memleketin düşman tarafından istilâ ve esir edilmesine göz yuman ve omuz silken Türk Devletleri de vardı. Bu fecî âkıbetlerin bir gün kendi başına geleceğini düşünmeyen gafil devlet adamları vardı. İşte büyük Türk yurdunun küçük devletlerinin gafil idarecileri böylesine taassup, cehalet ve gaflet içinde her gün biraz daha esaret uçurumunun diplerine doğru yuvarlanırlarken, 17. Yüzyıl sonlarında Rusya Çarı büyük Petro, hâlâ taassup ve gerilikten tamamıyla kurtulamamış olan Rus milletini, demir iradesi ve derin kalkınma aşkı ile, zor ve şiddet kullanmak suretiyle de, Avrupalılaştırmağa, medenîleştirmeğe azmetti ve bunu büyük çapta basardı. “1720 yılında Petro öldüğü zaman, Rusya’da mâden işlerindeki teşebbüslerden başka çalışan fabrikaların yekûnu 233 u bulmuştur” (3).
Rusya’da Avrupalılaşmak cereyanı böylesine kuvvetlenirken, bir taraftan bütün Slav milletleri kurtarmak ve birleştirmek, yâni (Panslavizm), hiç olmazsa bu milletleri Rusya’nın siyasî ve kültürel etkisi altında bulundurmak akımı kuvvetleniyor ve kökleşiyordu. Slavcılar Rus milletinin Tanrı tarafından seçkin bir millet olarak yaratıldığını, Hıristiyanlığın koruyucusu olduğunu, Türklerin esiri bulunan Hıristiyan milletleri kurtarmak vazifesini yüklendiğini, Şarkî Roma İmparatorluğunun merkezi olmuş (Konstantaniye’yi) İstanbul’u Türklerden geri almanın mukaddes ve mutlaka yapılması gerekli bir ödev olduğunu iddia ediyorlardı. Slavcı Rus yazarlarında ve siyaset adamlarında kökleşen bu seçkin millet iddiası ve milletleri idare hayali bir millî siyaset karakterini almış ve bugünkü nesillere kadar sızarak bütün dünyayı egemenliği altına almak şekline girmiştir.
1552’de Kazan Hanlığını Rusya’ya katmakla başlayan Rus istilâsı, 1556’da Astrahan, 1783’te Kırım Hanlıklarını, 1795’te Lehistan’ı, 1801’de Gürcistan’ı, 1856’dan 1864’e kadar Kafkasya’yı zapt etmiş ve 1870’ten 1876’ya kadar Buhara ve Hive Hanlıklarını istilâ etmek suretiyle III. İvan zamanında yâni 1520’lerde ülkesinin yüz ölçümü 40 bin km2 ve 1710’larda nüfusu 10 milyon kadar olan Rusya’nın bugünkü yüz ölçümü 21 milyon km2’ye ve nüfusu 223 milyona ulaşmıştır. Bu toprağın 3/4 kadarı Rus olmayan esir milletlere aittir.
Nüfusunun yarıdan fazlasını gayri Rus milletler teşkil etmektedir. Böylece Rusya, 450 yıl içinde, yabancı milletlerin kanlarını eme eme haddinden ziyade şişen bir hayalî dev sülüğe benzemiştir. Hâlen dünyanın en büyük ve hak tanımayan sömürge devleti Sovyetler Birliği’dir.
Ruslar bu toprakları (ülkeleri) sahipleri olan milletlerin türlü zaaflarından, saflıklarından, gaflet ve birliksizliklerinden faydalanmak, güya bu milletleri korumak ve savunmak iyiliğinde bulunmak suretiyle yalan ve hile ile, hemen hiç harp etmeksizin, istilâ ve zaptetmişlerdir. Himaye ve müdafaa maksadıyla girdikleri memleketlerden bir daha çıkmamışlar ve buralarda yerleşerek yerli milletleri ve halkları milliyetsizleştirip eritmeğe koyulmuşlardır. Çok geçmeden fena şekilde aldatıldıklarını anlayarak ayaklanan ve kurtulmağa çalışanları kan ve ateşten geçirmek suretiyle susturmuş ve sindirmişlerdir. Zaptettikleri topraklara Rusları ve Slavları yerleştirerek yerli halkların çoğunluğunu azınlığa düşürmeğe ve böylelikle millî istiklâl dâvalarını baltalamağa çalışmakta ve büyük çapta muvaffak da olmaktadırlar.
Eski Rus Devleti bütün bu fütuhatı Slavcılık gayreti ile ve Hıristiyanlık aşkına yapmış, fakat gayesi daima Kuşçuluğu kuvvetlendirmek ve dünyaya hâkim kılmak olmuştur. Büyük Petro’nun bıraktığı siyasî vasiyetname iki ana fikre dayanmaktadır:
Esir Slavları kurtarıp birleştirmek veya Rusya’nın himaye ve nüfuzu altına almak; açık ve ılık denizlere çıkmak için İstanbul ve Çanakkale Boğalarını ele geçirmek; İran’dan Güney denizlere inmek…
Rus Çarlık hükümetleri bu gayeleri gerçekleştirmek için son iki yüz yıl içinde Osmanlı Türk Devleti ile 28 harp yapmıştır. Bu harplerin hemen hepsinde Çarlık kazançlı çıkmış ve Osmanlı idaresindeki çoğunluğu Hıristiyan olan memleketleri birer birer kurtarmış ve etkisi altına almaştır. Balkanlı ve Orta Avrupalı Slav milletler ve hattâ Yunanlılar istiklallerine böyle kavuşmuşlardır.
Birinci Dünya Savaşı içinde Çarlık yıkılmasa idi İstanbul’a ve Boğazlara el koymuş ve Ayasofya’ya çan asmış olacaktı.
1917 sonlarında Rusya’da patlayan Bolşevik ihtilali ile Çarlık rejimi yıkıldı; yerine Komünist idare geçti. Bu rejim, güya din ve milliyet farkı gözetmeyerek, bütün milletlere ve halklara kendi mukadderatlarını kendilerinin tâyin etme hakkını tanıdı. Bunu 19.12.1917 tarihli bir beyanname ile Lenin ve Stalin’in imzalan altında ilân etti. Rus esiri milletler ve bu arada Türkler, bu ihtilâl sarasında millî meclislerini toplayarak millî devletlerini kurmuş olduklarından, prensip sahibi olduklarını sandıklan Bolşevikler ile anlaşabileceklerini umdular. Fakat Bolşevikler Kolçak, Denikin – Wrangel ordularını ortadan kaldırıp durumlarını kuvvetlendirince kurulmuş olan millî devletleri de kan ve ateş içinde boğarak komünistleştirdiler ve idarelerini kesin olarak Kremlin’deki Politbüro’ya bağladılar. Bu suretle milletlerin kendi mukadderatlarını kendilerinin tâyin etme prensibinin Bolşevikler tarafından bir hile ve yalan olarak kullanıldığı anlaşıldı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Moskova’nın Batılı Devletleri hile ve yalan ile nasıl aldattığı, Doğu ve Orta Avrupa memleketlerini hile ve yalandan başka cebir ve şiddet ile nasıl işgal ettiği ve bu memleketlerde meydana getirdiği Komünist hükümetler sayesinde bunları Moskova’nın peykleri haline soktuğu, halklarını seçim hürriyetinden mahrum ederek kendi mukadderatlarını kendilerinin tâyin etmelerine nasıl engel olduğu herkesçe ve bütün teferruatıyla bilinmektedir. Yerli komünistleri birer âlet olarak kullandığı görülmüştür.
Yine İkinci Dünya Savaşı akabinde İran Azerbaycanı’ndan ancak Amerika’nın harp tehdidi karşısında geri çekilen, Türkiye’den Boğazlarda askerî üs ve Doğu’da birkaç vilâyetini isteyen ve fakat Ankara’nın kesin red cevabı karşısında susmak ve sinmek zorunda kalan Kremlin’in gerçekte Rus menfaatini yürüten, Petro’nun vasiyetnamesini tatbikte Çarlıktan geri kalmayan ve hattâ daha ileri giden bir Rus Devleti ve siyasetçisi olduğu anlaşılmıştır.
Bugünkü Moskova idarecilerinin, Komünizmin parlak ve aldatıcı propaganda maskesi altında, ne korkunç bir Rusçuluk ve dünyaya hâkim olma zihniyeti gizlendiği belirmiştir. Moskova’nın Rus olmayan milletleri Ruslaştırma gayreti; peyk memleketlerde Rusça okutmayı mecburî kılması. Rus dilinin Komünizmin yayılmasına yardım ve hizmet edeceği tezini ileri sürmesi Kremlin’in Rusçuluk gayesini nerelere kadar ve nasıl sokmak istediğini göstermektedir. Bu tutum karşısında Rusların milliyet farkı gözetmedikleri ve Rusçuluk yapmadıkları iddia edile-bilinir mi?
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarımızın inkâr edilmez gerçekler olduğunu tarihî misaller ve delillerle tevsik etmek kolay ve mümkündür. Biz burada gerçekleri, bir dergi makalesine sığacak gibi, özetlemekle ve iyi niyet ve dilek sahiplerinin bu hususta dikkatlerini uyarmakla yetiniyoruz.
1965’in ilk günlerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni ziyaret eden Sovyetler Birliği’ nin Parlamento heyeti başkanı Podgorni, Türkiye işçilerinin Sovyetler Birliği’ni ve S. Birliği işçilerinin Türkiye’yi karşılıklı ziyaret etmelerinin bu iki memleket arasındaki dostluğu kuvvetlendireceğini ileri sürdü. Epeyce uzun zamandan beri soğuk ve bozuk olan münasebetlerin bu hale gelmesinde 8. Birliği’nin daha kusurlu olduğunu kabul etti. Fakat bundan sonra iyi komşuluk ve dostluk yapılacağını, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye tecavüz niyeti olmadığını, Kıbrıs isinde iki eşit cemaat tanıdığını, enosisi tasvip etmediğini söyledi. Bu sözler görünüşte dostça ve komşucadır. Türkiye Türklerinin de iyi komşuluk münasebetleri tutulmasını ve yurduna tecavüz edilmemesini istediği bir gerçektir. Ama bütün bu iyi sözlerin işle ispatlanması, yakın geçmişin acı hatıralarını unutturacak dostluk niyet ve hareketlerinin gösterilmesi gerektir. Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne giderek dolaşacak veya staj yapacak işçiler, teknisyenler Baku, Taşkent. Aşkabat ve diğer Türk Cumhuriyetleri merkezlerinde bulunan fabrikalardaki yerli Türk işçileri ve ustaları arasında kalabilecekler midir? Yoksa Moskova, Leningrad, Kiev gibi büyük Rus merkezlerindeki fabrikalarda mı kalacaklardır? Gidecek kültür heyetlerimiz, öğrencilerimiz, gazetecilerimiz Türk İlleri merkezlerinde, istedikleri gibi, serbestçe gezebilecekler, araştırma yapabilecekler midir? Oralardaki yerli Türk münevverleri. öğrencileri, gazetecileri ve kültür adamları ile serbestçe görüşüp konuşabilecekler midir? Türkiye’de basılan gazeteler, kitaplar, dergiler Türk Cumhuriyetlerine bırakılacak ve Türkler tarafından okunmalarına izin verilecek midir? Sovyetler Birliğindeki yerli Türk gençlerinin Türkiye’ye gelip tahsil yapmalarına müsaade edilecek midir? Hruşçev’in ve ondan sonra gelen idarecilerin lanetledikleri Stalin’in emri ve kararı ile yurtlarından sürülen Kırım Türkleri Kırım’a döndürülecekler midir? Romanya’da ve Bulgaristan’da kapatılmış olan Türk okullarının tekrar açılmasına ve Türk çocuklarının öz dillerinde okumalarına yeniden imkân verilmesine bu iki peyk devlet nezdinde tavassut edilecek midir? Sovyetler Birliği’ndeki Türk Cumhuriyetlerinin kendi mukadderatlarını öz iradeleri ile tâyin etmelerine müdahaleden ve baskıdan vazgeçilecek midir?
Bu sorular Sovyetler Birliği’nin içişlerine karışma anlamında ve niteliğinde değildir. Bu sorulara verilecek cevapların müspet olmaları Sovyetler Birliği’nin de üyesi bulunduğu Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği (İnsan Hakları Beyannamesi) hükümleri icabıdır; Sovyetler Birliği Anayasası’na da uygundur. Bu sorulara işle verilecek cevaplar S. Birliği’nin iyi niyet ve iyi komşuluk duyguları besleyip beslemediğini açığa vuracaktır. Yoksa yalnız ticareti geliştirmek bu duyguların ve sözlerin delili ve ispatı olamaz.
Türkiye’ye tecavüz niyeti olmadığı sözü, dünya olaylarının gelecekteki gelişmelerine bağlıdır. Türkiye Batı’ya bağlı kaldığı ve Batı – Doğu arasındaki anlaşmazlıklar çıkmaza girip daha kötüye gittiği takdirde bu niyetin değişmeyeceğine hiç bir teminat yoktur.
Kıbrıs meselesindeki Rus görüşünün esası, Kıbrıs’ın müstakil kalması halinde iç gelişmelerin, komünistlerin baskısı altında, S. Birliği’nin lehine döneceğinin umulmasına; “enosis” gerçekleştiği takdirde Kıbrıs’ın bir NATO üssü haline gelmek ihtimali korkusuna dayanmaktadır. Podgorni’nin Londra ve Zürih Antlaşması hususunda: “Bize haber verilmeden ve sorulmadan yapıldığı için biz bunları tanımıyoruz” şeklindeki beyanı çok dikkate değer ve şüphe uyandırıcıdır ve bu tam bir tezattır.
Rusları çok iyi tanıyan ve onların sözleri ile işleri arasındaki aykırılıkları iyi bilen Türklerin, protokol ve diploması icabı, söylenen yaldızlı lâflara kolayca inanacakları beklenmemelidir.
Bugünlerde bâzı gazetelerde Atatürk – Lenin dostluğundan hararetle bahsedilerek o zamanki havanın bugün yeniden yaratılmak istenmesi, kanaatimizce Atatürk’ün ruhunu incitebilir. İstiklâl Savaşı esnasındaki şartlarla bugünküler arasında dağlar kadar fark olduğunu görmemek ya olayları anlamamak gafletine düşmek veya kasten anlamak istememektir.
Komünizmi şiddetle reddeden Atatürk bugünkü şartlar altında Komünistlere karşı nasıl hareket ederdi? diye düşünmek ve O’nun Komünizm aleyhindeki ve Komünistlere karşı çok ihtiyatlı ve tedbirli davranış ve tutumunu örnek ve ölçü olarak almak gerektir. Atatürk’ün Komünizm ve Komünistler hakkındaki hükümleri ve direktifleri asla unutulmamalıdır.
(1) Tarih, cilt II, s. 64. Tarih Kurumu.
(2) Aleksinski’nin Rusya – Avrupa eseri. s. 4.
(3) Rus İnkılâbı : Cafer Seydahmet Kırımer. 1930, s. 18.
Emel 26. Sf.1-6