9 yaşında yaşadığı sürgünü, açlığı, çocuk olarak tanık olduğu feci ölümleri, hayatta kalma mücadelelerini anlattı. Kendisi gibi bir çocuk olarak sürgün edilen kendisi gibi sıradan, doğru dürüst eğitim görme imkanı verilmeyen bir Kırım Tatarı olan Bekir Kaşka ile evlenmesini, 1964’ten itibaren Millî Harekete katılmaya başladığını, Kırım’a yakın olsun diye Kerç boğazının karşı kıyısında Krasnodar bölgesindeki Neberja köyüne yerleştiklerini, o bölgeden Kırım Tatar halkının temsilcisi olarak Moskova’ya gittiğini ve 1969 yılında Kırım’a göç ettiklerini anlatırken bütün ekip arkadaşları onu dikkatle, saygıyla, hayret ve hayranlıkla dinliyorduk. Kırım’a 1969 Nisan ayında biri kız, beş çocukla gelmişler. Karasuvbazar’ın Cemrek, Ruslaştırma sonrasında Kizilovka adı verilen köyden küçük bir köy evi satın almışlar. Daha eşyalarını eve getirdikleri gün yerli yetkililer ve polis gelerek, buraya yerleşemezsiniz, ikamet izniniz yok, terk edin burayı diyerek, tutanak tutmuş ve onlara Kırım’ı terk etmeleri için bir hafta mühlet vermişler. Evin satış işlemi için notere gittiklerinde, evi satın almanız için burada ikamet kaydınızın olması gerek diyerek işlemi yapmamışlar. İkamet kaydı için başvurduklarında ise “önce burada bir ev sahibi olmanız
Veciye Kaşka, Dünya Kırım Tatar Kongresine gelen misafirleri evinde karşılarken 2009
|
gerekli” diyerek işlem yapmamış Sovyet yetkilileri. İş için müracaat ettiklerinde de aynı cevap verilmiş, önce ikamet kaydı yaptırmalısınız demişler. Aslında bu yıldırma yöntemi, Kremlin’den gelen bir emir gereği idi. Sovyet yönetimi, Kırım Türklerinin yoğun baskıları karşısında 5 Eylül 1967 yılında Kırım Tatarları hakkında bir Kararname yayınlamak zorunda kalmıştı. Bu kararname ile itibarlarının iade edildiğini ve vatanlarına dönebileceklerini sanan on binlerce Kırım Tatarı akın akın Kırım’a dönmeye çalışıyorlardı. Ama yerel yetkililere onların yerleşmelerinin engellenmesi talimatı verildiğinden haberleri yoktu. Birçok Kırım Tatarı, Kaşka ailesinin durumunda ikamet izni almak, satın aldıkları evlerin kaydını yaptırmak için mücadele ediyordu o yıllarda.
Veciye Teyzemizin anılarında sıra, yaşadığı eve yapılan ikinci baskın ve evinden yurdundan ikinci defa sürgün edildiği geceye gelmişti;
“Bir gece yarısı, havlayan köpeklerin sesine karışan sesler, bağrışmalar duydum bahçemizde. Kalkıp baktım. 15-20 adam birer metre aralıkla dizilmiş, ellerinde ikişer metre sopayla evimizin etrafını sarmışlardı. Birazdan içlerinden biri kapıya vurdu. Ben “Ya sen kimsin, gecenin bu vakitsiz saatinde” deyince “Kapıyı açın ben hükümet adamıyım sizin işiniz için geldim” diye cevap verdiler. Ben de “Benim işim için geldiysen gündüz gel” dedim ve kapıyı açmadım. Bunun üzerine kapıyı kırarak içeriye girdiler, kocamın üzerine çullandılar, ağzını mendille tıkayıp ellerini bağladılar ve bahçeye getirdikleri otobüse sürükleyip içine attılar.”
O gece dolunay da yoktu. Her taraf zifiri karalıktı. Zaten yanan sokak lambası da yoktu. Üçköz köyünde evin bahçesinde bizler nefesimizi tutmuş Veciye Kaşka’yı dinlerken uzaklardan arada sırada havlayan köpeklerin sesi her an sanki yeni bir polis baskını yaşayacakmışız gibi his uyandırmıştı bizlerde. Ürperdim. Yayla dağlarından esen yel ile birlikte çöken serinlik mi, yoksa dinlediklerimiz mi içimizi ürpertti bilemiyorum.
“Hiçbir şeyden habersiz çocuklarım evde yer yatağında uyuyorlardı. Gelenlerden biri kenarda duran soğuk su kovasını kaptığı gibi uyuyan çocuklarımın üstüne soğuk suyu döktü…”
Veciye teyze bunları anlatırken yere doğru bakıyordu. Yer yatağında yatarken üstlerine dökülen soğuk su ile birlikte yataklarından fırlayan, korku ve şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalışan çocuklarını görür gibiydi. Gecenin karanlığında evinin bahçesinde yaşadığı dramları anlatırken o gece beni uyutmayan, Kırımoğlu Belgeseli içerisinde yer verdiğimiz ve her seyrettiğimde, her hatırladığımda yüreğimi sızlatan anı yaşadık.
“En küçük oğlum Muhammed o kadar korktu ki o gecenin şokunu bir daha üzerinden atamadı. Ne zaman bir polis arabası görse korkuyla saklanırdı. Titrerdi. Pek çok gece uyurken korkuyla feryat ederek uyanır, geliyorlar, bizi öldürecekler götürüyorlar diye bağırır, evden çıkıp kaçardı. Biz Muhammed kaçmasın diye kapıyı kilitleyip yatardık İki sene böyle yaşadı. Sonra bir gün yine korkuyla uyandı. Sakinleştirmek, tekrar yerine yatırmak istedik. Yorganını başına çekti. Bir şeyden korkuyor saklanmak ister gibiydi “Kaçın anne, polisler geliyor, Kırım’dan çıkarıyorlar, herkese vuruyorlar, vurdukları adamlar ölüyor. Bakın şimdi de beni de alıp götürüyorlar.” diye bağırıyordu. Ne yapmayı bilemedik. Sakinleştiremedik. Hastaneye götürelim derken yolda …öldü”
Veciye teyze” …yolda” sözünü söylerken aniden bambaşka bir duygu kaplayan yüzünü kameradan yere çevirdi. Boynunu büktü. Gözlerini yere indirdi. Boğazına bir şey düğümlendi. Sanki küçük Muhammet ile birlikte son nefesini verir gibi bir sesle ve güçlükle “öldü” diyebildi. Öldü sözünü son nefeste son söz söyler gibi söyleyebilmişti. Karanlık gibi ağır ve derin bir sessizlik çöktü. Birkaç saniye ne kadar uzun ve ağır oluyormuş meğerse. Duygularım alt üst olmuştu. Karşımda, yine böyle bir karanlık gecede bir zalim tarafından korkutulmuş, yine böyle bir karanlık gecede son nefesini ellerinde vermiş, çaresiz bir ana vardı. Yaşlı gözlerimi ondan kaçırdım. Yüzümü karanlık göğe doğru çevirmeseydim, kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağlayabilirdim. Allah hiç kimseye evlat acısı vermesin diye dua ederken binlerce duygu ve düşünce geçti zihnimden. “Herhalde Azrail ona polis gibi görünmüştü.” Sanki çok uzaklardan gelmiş gibi olan bu sözlerini duyunca tekrar ona bakmaya başladım. Kendini çabuk toparlamıştı. Çocukluğundan beri uğradığı haksızlıklara, acılara karşılık eşsiz vatan sevgisi ve vatan için ölümüne ama şiddet kullanmadan verilen mücadele onu dayanıklı, haksızlığa karşı pes etmez, zorba ve zalimlere baş eğmez kılmıştı. Kırım’a döndükten sonra evlerine yapılan baskını anlatmayı sürdürdü.
“Bana “Hemen Kırım’dan çıkacaksınız” dedikleri zaman ben de “Hayır bizi çıkartamazsınız” dediğim için çok sinirlendiler. Benim de ağzıma bir mendil soktular, çenemi, boğazımı öyle bir sıktılar ki, günlerce bir şey yiyemedim. Ellerimi arkama bükerek sürükleye sürükleye evden çıkarıp bahçede kocamı koydukları otobüse kaldırıp attılar. Üstlerine su dökülmüş çocuklarımızı da koydular. Üstlerimizde pijamadan başka bir şey yoktu. Bizi Seyitler (Nijnegorskiy) rayonuna götürüp bir tren vagonuna koydular ve Kırım’ın dışında bir çöle attılar. Çocuklarıma ağladığımı göstermeden onları toparlayıp iki gün sonra Kırım’a döndüm. Kırım’a gelince arabadan inerken basımdaki örtüyü çekip aldım ve “Ura! pobeda za nami” (Hurra! Zafer bizimdir !) diye bağırdım. Bütün köy halkı halimize şaşkınlıkla bakıyordu. Onlar 1944 sürgününde olduğu gibi ancak 25 yıl sonra döneriz sanıyorlardı.”
“Evimize geldiğimiz zaman bir de baktık ki, her şeyimizi almışlar ve evi tamamen boşaltmışlar. On-on beş koyunumuz, biraz da buğdayımız vardı. Hepsini hükümete vermişler. Emniyet müdürüne gittim ve malımı, evimin eşyasını geri verin dedim. Onlar da Kırım’dan çıkıp gideceğimize dair protokol imzalamamızın şart olduğunu bildirdiler. Benim “Hayır 1944 yılında atalarım evlerini, mallarını mülklerini bırakıp gittiler. Ben de malımı, mülkümü bırakırım ama sizinle protokol imzalamam” diye cevap vermemle birlikte bana hücum ettiler ve 15 gün hapsedeceklerini söylediler. Ben “Peki beni hapsedin ama yemeğe ekmeğim yok, hiç olmazsa 200 gram ekmek verin” dedim. Fakat sözümden dönmedim ve beni vatanımdan atmalarına izin vermedim. Evimize döndüğüm zaman ise bütün pencere ve kapıların tahtalarla çivilendiğini gördüm. Baltayla bütün tahtaları sökerek beş çocuğumla eve girip yaşamaya başladım. Evde hiç eşya yoktu ve biz kuru yerde yatıyorduk. Her gün hükümet adamları geliyor ve çıkıp gidin diye bizi hırpalıyorlardı. Bunun üzerine gündüz çocuklarımı toplayıp dağlara çıkıyor, akşam da eve dönüp kuru toprakta yatıyordum. Böylece altı ay geçti. Bir gün yine 20-30 tane polis geldi ve bizi Kırım’ın dışına attılar. 2 gün sonra Kırım’a döndüğümde evime başka ailelerin yerleştirildiğini gördüm. Girecek yer bulamadım ve beş çocuğumla beraber büyük Krasnodar’daki Temrük rayonunda bulunan büyük Mirmi Kolhozuna yerleştim. Orada 2 yıl kaldım.
1973 yılının Aralık ayında Üçköz köyünden ev alıp, partizanlar gibi gecenin dördünde bu eve yerleştim. Sabahleyin polisler gelip bir hafta içinde protokol imzalamamı emrettiler. Fakat ben yine karşı çıkarak “Hiç uğraşmayın, bir çocuğumu kaybettim, dördünü de kaybederim. Kendimi de yok ederim. Beni Kırım’dan canlı çıkaramazsınız ancak ölümü çıkarabilirsiniz” dedim.”
Bundan sonra bir daha Kırım’dan ayrılmadı. Bekir ağa ve çocuklarıyla besledikleri koyunları, bahçeye ektikleri soğan, patates ve sebzeleri satarak, geçimini sürdürdü. Ama hiçbir millî faaliyeti, mitingi, 18 Mayıs 1944 sürgünü anma mitinglerini, Kurultay toplantılarını kaçırmazdı. Azadlık radyosundan, halk arasında anlatılanlardan duyup sevdiği Mustafa A Kırımoğlu ile, Kırımoğlu 1986 yılı aralık ayında Magadan’dan serbest bırakıldıktan sonra tanışabildi. Kendi yetiştirdiği sebze meyvelerden bir hediyelik sepeti yaparak Mustafa A. Kırımoğlu’nun Özbekistan’ın Yangiyul kasabasında yaşadığı evi sora sora buldu ve geçmiş olsun ziyaretine gitti. Kırım Türkleri için yaptıklarına teşekkür etti. Ona sağlık ve başarılar diledi ve ölene kadar Mustafa A. Kırımoğlu’na ve halkının mücadelesine sadık kaldı. Evini Kırım’da Kırım Tatar Millî Hareketi Teşkilatı Merkez Şurası toplantıları için, Kırım bölgesindeki aktivistlerin toplantıları için korkusuzca açtı. Onlara ellerinden gelen en iyi sofraları kurup izzet ve ikramlarda bulundu. Mal mülk bakımından zengin değildi. Ama gönlü Harun kadar zengindi.
Ne yazık ki onun ölümü ile sonuçlanan uğradığı üçüncü baskında, KGB’nin halefi işgalci Rusya’nın zorba güvenlik güçleri FSB ile işbirliği yapan Yusuf Aytan isimli bir Samsunlu idi. Yusuf Aytan’ın bir şekilde temas kurduğu Kırım Tatarlarına bakıldığında bunun tesadüfî bir bağlantı olmadığı anlaşılacaktır. TIR şoförlüğü yaptığı zaman Rusya ve Ukrayna’da TIR parklarındaki fuhuş, kaçakçılık vb işlerden dolayı kolaylıkla FSB’nin eline düştüğü ve FSB tarafından kullanılıp yönlendirildiği anlaşılıyor. Rusya’nın Kırım’ı işgalinden sonra Kırım’da iş, evlilik okul gibi sebeplerden dolayı yaşayan Türkiye vatandaşı Türkleri sürekli FSB’ye şikâyet ve rapor ettiği, Türklerin telefon bilgilerinin Aytan’ın da elinde bulunduğu Kırım’da bilinen bir durum.
Yusuf Aytan, 2017 yılı Mayıs ayında Kırım Derneği İstanbul şubesinin davetiyle İstanbul’a gelen, bilahare rahatsızlığı sebebiyle dernek yönetimi tarafından İstanbul’da uzun süre tedavi ettirilen Veciye Kaşka’nın yokluğunda onun torunuyla tanışmış ve evlenme teklifinde bulunmuş. Daha önce bir süre Yalta’daki bir Türk inşaat firmasında çalıştığı için inşaat işleri yapıyorum diyerek, Veciye Kaşka ve torunundan para alan Yusuf Aytan ne evin tamiratını yapmış ne de aldığı parayı iade etmiştir.
Kırım Tatar Millî Hareketinin değerli iştirakçisi Asan Çabuh 2017 yılı güz aylarında Veciye Kaşka’nın evini bir grup aktivist ile tamire başladıklarının resimlerini sosyal ağlarda paylaştı. Nihayet evin tamiratı tamamlanınca Veciye Kaşka’nın evinde dua ve mevlût okuyup davet verdiğini de facebook paylaşımlarından takip ettim. İşte bu dua esnasında Asan Çapuh ve Kazım Ametov, Veciye Kaşka’nın Yusuf Aytan ile olan sıkıntısından haberdar olmuşlar ve Yusuf Aytan’a giderek Veciye Kaşka’ya parasını iade etmesini istemişler. Yusuf Aytan iade edeceğini sözünü verip mühlet istemiş, mühlet süresi geçince tekrar kendisini arayan Asan Çapuh’a Akmescit’te bir restoranda buluşmak için randevu vermiş.
Asan Çapuh ve Kazım Ametov buluşma günü restorana gider. Mahkemelere yakın olan söz konusu restoranda, Ahtem Çiygöz ile birlikte 26 Şubat Davasında yargılanan Mustafa Degirmenci’nin babası Bekir Degirmenci de oradadır ve birlikte Yusuf Aytan’ın gelmesini beklemeye başlarlar. Veciye Kaşka da oraya geldiğinde Yusuf Aytan yerine, maskeli, özel kıyafetli FSB zorbaları içeri girer ve bu yaşlı insanların üzerine çullanırlar. Hepsi 60 yaşının üstünde olan Kazım Ametov, Asan Çapuh ve Bekir Degirmenci gözaltına alınıp tutuklandı. Bu olayla bağlantılı olarak Ruslan Trubaç da başka yerde gözaltına alınarak tutuklandı. Bu baskın esnasında Veciye Kaşka hayatını kaybetti.
Kırım’ın işgalinden sonra onlarca Kırım Tatarının evine, iş yerine, okula, camiye Kırım Tatar Millî Meclisi’ne baskın düzenleyen, aramalar yapan FSB bunlarla ilgili hiçbir resim ve fotoğraf paylaşmazken, bu baskının kurgulanmış videolarını, metin de yazarak servis etmesi dikkat çekicidir. FSB bu videoda hem Türk kamuoyu nezdinde, hem dünya kamuoyu önünde, bu baskında yakaladıklarını mafya mensupları olarak göstermeye, bir Türk vatandaşından haksız yere para sızdırmaya çalışan “çetenin” Kırım Tatar Millî Meclisi ile bağlantılı olduğu imajını vermeye çalışmıştır. Videoda olayla hiçbir alakası olmamasına rağmen işgalden beri mühürledikleri Kırım Tatar Millî Meclisi binasının ve Meclis üyelerinin görüntüleri verilmiştir. Amaç bellidir. Başlangıcından beri onca baskı yöntemine rağmen, kendisini kolayca satan, önceden FSB’nin kontrolüne girmiş kimi Kırım Tatar işbirlikçilerine rağmen bir türlü işgale ve Rusya tabiliğine razı edemediği Kırım Tatarlarını ve onların seçilmiş en üst temsil organı olan Kırım Tatar Millî Meclisi’ni sıradan, adi bir suç şebekesi gibi gösterip, Kırım Türklerine yaptığı baskı ve zulümlerin haklılığını gösterme çabasıdır. Ancak bu oyun da tutmamıştır. 83 yaşında masum bir kadının bu baskında vefat etmesi büyük tepki toplamış ve bu ölümün üstündeki karanlık ortadan kalkmamıştır. Baskının görüntülerini servis eden işgalci Rusya, Veciye Kaşka’nın neye maruz kaldığını göstermemiş, cinayeti örtbas etmeye gayret etmiştir.
Veciye Kaşka ertesi günü Üçköz köyünde binlerce Kırım Türkünün katıldığı cenaze namazı sonrası toprağa verildi. Bu cenaze namazını canlı izlemek, Kırım Tatar Millî Meclisi Başkan yardımcısı Nariman Celal’in tarihî konuşmasını dinlemek unutulmaz hatıralarım arasında kalacaktır.
Veciye Kaşka’nın bedeni ömrünü verdiği vatan toprağına kavuştu. Bedeni bizden ayrıldı. Ama o ve onun gibi kahramanlarımızın yarattığı millî ruh aramızda yaşayacaktır. Gelecek nesillere ilham verecektir.
Onu tanımak bir ayrıcalıktır. Onu tanıyanlara ne mutlu. 23 Mayıs 2010’da gecenin ilerleyen saatinde son olarak şu soruyu sormuştum;
‒ Peki niçin bu kadar eziyetlere katlandınız?
“Men Sovyet hükümetinin bizim halkımıza satkın-hain- demesini hiç kabul etmedim. Vatanıma döndükten sonra bile buna razı olmadım. Her ne kadar okumamış olsam da gerçekleri gözüm görüyor. Vatanımı gavurlara bırakıp gitmeye hiçbir zaman gönlüm razı olmadı. Ölsem de Kırım’da ölürüm. Bu vatanı bırakıp gitmem dedim. İşte bu sözlerin hepsini Mustafa Cemil de söylerdi. O zamanlar televizyonlar söylemezdi. Ama halk arasında dağıtılan enformasyon bültenlerinden okurdu. O millî meselemiz için canını ortaya koydu. Hapishanelerde yatıyordu. Biz onu hapishanelerde yalnız mı bırakacaktık. Onu mücadelesinde yalnız mı bırakacaktık. Vatanımızdan vaz mı geçecektik? Şükür dönüp vatanımıza geldik. Ölürsek de burada öleceğiz….”
Sözün burasında kocası rahmetli Bekir Kaşka ben de birkaç söz söylemek istiyorum dedi.
“Bizim böyle eziyetlere katlanmamızın sebebi şudur. Ben baktım, gördüm, hakikatte insanım diyen bir insanın bir aklı olması gerek. Ben Vatanımdan vazgeçmemek, onu bırakmamak için ölümü göze aldım. Çocuklarımla, karımla birlikte ölürüm de vatanımdan vazgeçmem. Bütün bu eziyetlere vatanım için dayandım. Daha da dayanacağım. Bütün halkım Kırım’a gelinceye kadar dayanacağız. Mustafa Cemil’in, halkımızın verdiği mücadeleyi, görevi biz de yapacağız. Bütün dünyadaki Kırım Tatarları bize baksınlar da vatanlarına gelsinler. Biz vatanımızı gavurlara bırakmayacağız…”
Mekanları cennet olsun. Vatanlarını, halkını tertemiz bir sevgiyle seviyorlardı.
[1] Veciye Kaşka ile yaptığım bu röportajda kendi tatlı Üsküt şivesiyle anlattıklarını Zuhal Yüksel Türkiye Türkçesinde hazırlamış ve
Emel Dergimizin 1993 yılı 199.sayısında ve Emel Kırım Vakfımızın internet sitesinde de yer almaktadır.
http://www.surgun.org/?p=7