Kırım’ın İşgali, Ukrayna Savaşı ve Adil Barış Sorunu
Dr. Umut YOLSEVER
Ukrayna, Şubat 2014’te gerçekleşen Kırım’ın ve Donbas’ın işgali ve Şubat 2022’de Rusya Federasyonu’nun başlattığı geniş çaplı askerî harekât sonrasında, devlet varlığını ve toprak bütünlüğünü doğrudan tehdit eden varoluşsal bir mücadele süreci içine girmiştir. 2014 yılında Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün Kırım’ın ve Donbas’ın işgali yoluyla fiilen parçalanması, Moskova yönetiminin uzun vadeli emperyal hedeflerinin ilk açık adımıdır. Bu müdahale, sadece bölgesel bir güç mücadelesi değil, aynı zamanda II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da inşa edilmiş olan “sınırların güç yoluyla değiştirilemeyeceği” ilkesine yönelik doğrudan bir meydan okumadır.
24 Şubat 2022 sabahı Rusya tarafından Ukrayna’ya karşı eş zamanlı olarak başlatılan hava ve kara saldırıları ise, bu meydan okumanın Ukrayna’nın geri kalan topraklarına karşı açık bir işgal savaşına dönüştüğünü tüm dünyaya ilan etmiştir. Moskova’nın askerî ve siyasî planı açıktı: Ukrayna’nın başkenti Kyiv’e yıldırım harekâtı düzenlemek, 2-3 gün içinde başkenti ele geçirmek, mevcut demokratik yönetimi devirmek ve yerine Moskova’ya bağlı bir kukla rejim kurarak Ukrayna’yı yeniden fiilî bir sömürge alanına dönüştürmek. Bu plan, “hızlı çökertme” olarak bilinen klasik şok doktrinine dayandırılmıştı. Ancak hesaplanmayan unsur, Ukrayna toplumunun topyekûn direniş iradesi ve devlet kapasitesinin beklenenden çok daha güçlü çıkması oldu. Kyiv düşmedi, Ukrayna ordusu dağılmadı ve Rusya’nın “özel askerî operasyon” olarak sunduğu girişim çok kısa sürede yüksek yoğunluklu, uzun süreli bir yıpratma savaşına dönüştü.
Bu süreçte savaş, yalnızca askerî hedeflerle sınırlı kalmadı. Sivil alanlar sistematik biçimde hedef alındı. Okullar, hastaneler, konutlar, enerji altyapısı ve ulaşım ağları defalarca bombalandı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ofisi verilerine göre bugüne kadar en az 14.534 sivil yaşamını yitirmiş, 38.472 sivil ise yaralanmıştır. Bu rakamlar, yalnızca doğrulanabilen vakaları kapsamaktadır ve gerçek kaybın bundan çok daha yüksek olduğu bilinmektedir. Cephe hattında ise en az 71.000 Ukraynalı asker hayatını kaybetmiştir. Resmî olmayan ancak sahadaki kayıtlar, uydu görüntüleri ve istihbarat değerlendirmelerine dayanan tahminler, Rus ordusunun kaybının Ukrayna’nın kayıplarından katbekat fazla olduğunu göstermektedir. Ne var ki Rus devlet geleneğinde, insan kaybının siyasal karar alma mekanizmalarında tarih boyunca son derece tali bir değer olarak görüldüğü defalarca kanıtlanmıştır. Moskova açısından ölen askerler çoğu zaman birer sayıdan ibarettir. Oysa Ukrayna toplumunda her kayıp, bir ailenin, bir evin, bir mahallenin ve çoğu zaman bir kuşağın telafisi mümkün olmayan yıkımı anlamına gelmektedir.
Buna rağmen günümüzde bazı çevreler tarafından bu savaşın sorumluluğunun Ukrayna’ya yıkılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu çevrelere göre NATO, Rusya’yı “kışkırtmış”, Ukrayna’yı ittifaka dâhil etmek istemiş ve Rusya da bu nedenle “mecburen” saldırmak zorunda kalmıştır. Bu söylem, tarihsel olgular ve hukuksal gerçeklik karşısında bütünüyle temelsizdir. Zira Rusya 2014 yılında Kırım’ı işgal ettiğinde Ukrayna’nın NATO üyeliğine ilişkin ne resmî bir daveti ne de somut bir üyelik takvimi bulunmaktaydı. Dolayısıyla “kışkırtma” iddiası, saldırganı meşrulaştırmaya yönelik bir propaganda aracından ibarettir. Aynı mantık yürütülecek olursa şu sorular kaçınılmaz biçimde gündeme gelir: 2014 yılında Kırım’ın işgalinde NATO’nun kışkırtıcı bir rolü mü söz konusuydu? Donbas bölgesindeki ayrılıkçı unsurlara yıllar boyunca sağlanan silah ve mühimmat desteği de NATO’nun yönlendirmesiyle mi gerçekleşmiştir? 1992 Transdinyester Krizi’nde Moldova’nın toprak bütünlüğünün fiilen ortadan kalkması ya da 2008 yılında Gürcistan’ın Güney Osetya ve Abhazya bölgelerine yönelik Rus askerî müdahalesi de aynı şekilde NATO’nun tahrikiyle mi açıklanmalıdır? Benzer şekilde, 2015 sonrasında Suriye’de Beşşar Esad rejiminin kendi sivil nüfusuna yönelik ağır bombardımanlarıyla milyonlarca mültecinin bir NATO üyesi olan Türkiye’ye dolmasına, Rusya’nın doğrudan askerî destek vermesi de NATO’nun kışkırtmasıyla mı izah edilecektir?
Sözde “süper güç” olarak sunulan Rusya’nın 2-3 gün içinde tamamlamayı hedeflediği bu harekât, bugün itibarıyla dördüncü yılına girmek üzeredir. Bu süre, Amerika’nın Sovyetler Birliği’ne yaptığı devasa askerî-lojistik yardımlara rağmen Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’na karşı verdiği ve 3 yıl 10 ay süren savaşından dahi daha uzun bir zaman dilimine karşılık gelmektedir. 2014’ten itibaren bakarsak bu yıllar içinde Ukrayna’nın başta Kırım olmak üzere Donetsk, Luhansk, Zaporijya ve Herson bölgeleri işgale uğramış, milyonlarca insan yerinden edilmiş, ülkenin sanayi kapasitesi, tarımsal üretimi ve enerji altyapısı ağır darbe almıştır. II. Dünya Savaşı’nda Sovyet ordularının benzer bir sürede Moskova’dan Berlin’e kadar neredeyse bütün Doğu Avrupa’yı işgal ettiği hatırlanacak olursa, Ukrayna’nın bugünkü direnişi tarihsel ölçekte daha da anlam kazanmaktadır. O dönemde devasa bir Alman savaş makinesini gerileten Sovyetler, bugün Ukrayna karşısında ilerleyemez hâle gelmiştir. Bu durum, Rus ordusunun askerî kapasitesinin sanıldığından çok daha sınırlı olduğunu, Ukrayna’nın ise beklenenden çok daha dirençli bir devlet ve cesur bir halka sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Ukrayna, işgal edilen topraklarını geri almadan teslim olmayı reddetmektedir. Bu yalnızca bir askerî tercih değil, aynı zamanda ulusal egemenliğin, siyasal bağımsızlığın ve tarihsel varoluşun korunmasına yönelik bir meseledir. Ancak son dönemde bu direnişin, Donald Trump çizgisindeki yeni Amerikan yaklaşımıyla fiilen sınırlandırılmak istendiği görülmektedir. Trump’ın yaklaşımı, savaşın insani bedelinden veya Ukrayna’nın gasp edilen topraklarından ziyade, ortaya çıkan jeopolitik fırsatlardan nasıl ekonomik ve siyasî kazanç elde edileceğine odaklanmaktadır. Gündeme getirilen 28 maddelik plan çerçevesinde Ukrayna’ya fiilen dayatılan model, işgal altındaki toprakların Rusya’ya bırakılması, Kyiv’in buna itiraz etmesi hâlinde ise askerî ve siyasî yaptırımlarla terbiye edilmesidir. Bu yaklaşım, özünde bir tüccar olan Trump zihniyetinin siyasete yansımış hâlidir: Toprak, egemenlik ve halk iradesi bir “pazarlık kalemi” seviyesine düşürülmektedir.
Ne var ki bu tür bir “dayatılmış barış”, Rusya’nın emperyal hedeflerini frenlemek bir yana, ona zaman kazandıran bir mola işlevi görecektir. Rusya böyle bir süreçte askerî kapasitesini toparlayacak, ekonomisini savaş şartlarına yeniden uyarlayacak ve toplumunu daha derin bir militarizasyon sürecine sokacaktır. Bu durum, tarihsel olarak 1938’de Münih Antlaşması sonrasında Çekoslovakya’nın Südetler bölgesinin Adolf Hitler yönetimindeki Almanya’ya bırakılmasıyla ortaya çıkan süreci hatırlatmaktadır. Söz konusu barışın akabinde neler yaşandığı hepimizin malumudur. Tıpkı 1938 Münih Antlaşması gibi yapılacak Ukrayna-Rusya barışının ardından çok uzun yıllar geçmeden yalnızca Ukrayna’nın geri kalan bölgeleri değil, Moldova, Polonya, Baltık coğrafyası ve uzun vadede Türkistan dahi yeni baskı ve işgal dalgalarıyla karşı karşıya kalabilecektir. Bu nedenle söz konusu planlar, görünürde barış söylemi taşısa da gerçekte daha büyük ölçekli çatışmaların önünü açan bir ara dönem yaratacaktır.
Bugün dünya siyasetinin karşı karşıya olduğu temel risk açıktır: Vladimir Putin ve Donald Trump gibi otoriter figürler, uluslararası hukuk düzenini, bölgesel istikrarı ve küresel barışı doğrudan tehdit eden aktörlerdir. Güç siyasetini hukuk karşısında üstün tutan bu yaklaşım, yalnızca Ukrayna’yı değil, savaş sonrası yüz yıl boyunca kurulmuş olan uluslararası sistemin tamamını aşındırmaktadır. Eğer bugün Ukrayna’nın toprak bütünlüğü pazarlık konusu yapılırsa, yarın başka bir ülkenin sınırları da aynı keyfî mantıkla tartışmaya açılacaktır.
Bu keyfîlik en açık biçimde Kırım meselesinde görülmektedir. Kırım, yalnızca stratejik bir yarımada değil, Kırım Tatarları başta olmak üzere yerli halkların tarihsel, kültürel ve siyasal yurdudur. 2014’teki işgal, Kırım Tatar halkının ret tavırlarına rağmen gerçekleşmiştir. Kırım Tatarları, temsil kurumları ve siyasal tutumlarıyla işgale başından itibaren karşı durmuştur. Bu yönüyle Kırım meselesi yalnızca bir jeopolitik saldırı değil, aynı zamanda yerli halkların kendi kaderini tayin hakkına yönelik açık bir ihlaldir.
Bu gerçek, yakın dönemde düzenlenen İsveç Parlamentosu’nun ev sahipliğinde düzenlenen 4. Kırım Platformu Parlamenter Zirvesi’nde de uluslararası kamuoyuna açık biçimde ifade edilmiştir. Zirvede konuşan Kırım Tatar Millî M başkanı Refat Çubarov, Kırım’ın Ukrayna’nın ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulamış; Kırım’ın yalnızca coğrafi bir bölge değil, Kırım Tatarları, Karaylar ve Kırımçakların vatanı ve kültürel merkezi olduğunu özellikle belirtmiştir. Çubarov ayrıca, Kırım Tatar kültürü, dili ve devlet geleneğinin Kırım’ın kimliğini yüzyıllar boyunca şekillendirdiğini ve Kırım hakkında yürütülen müzakerelerde Kırım Tatar halkının haklarının göz ardı edilmesinin kabul edilemez olduğunu açık biçimde ifade etmiştir. Bu beyanlar, Ukrayna’da yaşananların aynı zamanda doğrudan bir kimlik, tarih ve yerli halklar hukuku meselesi olduğunu ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Ukrayna’da kurulacak herhangi bir barış düzeni, Kırım’ın statüsünü ve Kırım Tatar halkının haklarını dışlayan bir çerçevede kalıcı olamaz. Kırım’ın fiilen Rusya’ya bırakılması, yalnızca Ukrayna’nın egemenliğini değil, hâlihazırda işgal güçlerinin silahlarının gölgesinde yaşamak zorunda kalan Kırım Tatarlarının tarihsel varlığını ve güvenliğini de doğrudan tehdit eder. Böyle bir senaryo, uluslararası hukukun toprak bütünlüğü ilkesiyle olduğu kadar, yerli halklara tanınmış kendi kaderini tayin hakkıyla da açık biçimde çelişmektedir.
Bu nedenle adil, kalıcı ve sürdürülebilir bir barış, ancak Ukrayna’nın egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve halk iradesine tam saygı temelinde inşa edilebilir. Bunun dışındaki her çözüm, yalnızca bir geçici ateşkes üretir ve daha yıkıcı savaşları geciktirmekten başka bir işe yaramaz. Ukrayna meselesi, artık yalnızca Ukrayna’nın değil, Avrupa güvenliğinin ve küresel barışın kader meselesi hâline gelmiştir.
Emel KIRIM VAKFI