KARADENİZ VE UKRAYNA SAVAŞI DOLAYISIYLA OLUŞAN RİSKLER
Jean-Sylvestre MONGRENIER*
Türkçeye Çeviren: Bülent TANATAR
29 Mart 2025,
“An” kafa karıştırıcı görünüyor. Şu an itibarıyla ABD, Rusya ve Ukrayna’nın müzakerecileri arasında, özellikle Karadeniz’de ateşkesi sağlamak amacıyla başlayan müzakereler sürüyor. Bu arada NATO ülkelerinin siyasî ve askerî liderleri ABD’nin yokluğunda bir araya geliyor: Batı’nın hegemonu tahttan inmiş görünüyor. Bu değişken evrende bazı jeopolitik parametrelere dikkat çekmek önemlidir. Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesinin ve gerçek güvenlik garantilerine ihtiyaç duyulmasının yanı sıra, Karadeniz’de seyrüsefer özgürlüğünün sağlanması da esastır. Ancak Rus iddiaları en kötüsüne işaret ediyor.
Bugün Karadeniz olarak adlandırdığımız denize, eski Yunanlılar “misafirperver deniz” (karşıtlama) anlamına gelen Pontus Euxinus adını vermişlerdi. Şu anda Ukrayna’daki deniz savaş sahasında tehlikeler askerî, stratejik ve jeopolitiktir.[1] Soğuk Savaş sonrası stratejistler tarafından ihmal edilen Karadeniz, bir zamanlar büyük Avrupa pazarına bağlı gelecekteki Avrasya jeo-ekonomik bölgesinin deniz ekseni olarak sunuluyordu. Heyhat! Rusya’nın Gürcistan’a askerî müdahalesinin ardından (Ağustos 2008’de “beş günlük savaş” olarak anılmıştır) bu deniz kısa sürede yeniden bir çatışma alanına dönüşmüştür. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı üç yıldan fazla bir süre önce başlattığı “özel askerî harekâtı”, “Rus gölü” haline gelmemesi gereken Karadeniz’in stratejik ve jeopolitik sorunlarını ön plana çıkardı. Ancak Vladimir Putin ve yandaşları hiçbir şeyden vazgeçmediler: Ukrayna’nın bir kısmının ele geçirilmesi ve geri kalanının uydulaştırılması Karadeniz’in ele geçirilmesi anlamına gelecekti.
Karadeniz’de eski “Rus Gölü” projesi
Rusya’nın hegemonik emelleri, yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte ortaya çıkan güç rekabeti demek olan “Doğu Sorunu”nun baş göstermeye başladığı 18. yüzyılın sonlarına kadar uzanıyor. Kırım’ın ve Karadeniz’in kuzey kıyılarının fethinden (1774) ve ardından Sivastopol’ün kurulmasından (1783) sonra çarlar, “Konstantinopolis yolunu” açmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde Boğazlar’ı (Boğaziçi ve Çanakkale) kapsayan büyük bir Ortodoks imparatorluğu kurmak istediler. Kırım Savaşı’nın (1853-1856) sonunda Rusya’nın uğradığı yenilgi, bu projeyi askıya aldı. Bunu, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki “sıcak denizler stratejisi” ve Rus jeopolitik hedefleri kanıtlıyor. Proje bir bakıma Bolşevik ihtilalinden de sağ salim çıkmayı başardı. Mustafa Kemal’e verilen destek öncelikle İngiliz ve Fransızları Boğazlardan uzak tutmak amacını güdüyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yüzünü ABD’ye ve kısa süre sonra NATO’ya dönmüş olan Türkiye etrafında bir uydu kurmayı başaramayan SSCB, ancak daha sonra Karadeniz’de egemen güç olarak ortaya çıkmış ve gücünü Doğu Akdeniz’e yansıtmaya çalışmıştır; Moskova’nın Ortadoğu’da izlediği Pan-Arap politikasını hatırlıyoruz.
Ancak 25 Aralık 1991’de SSCB’nin tamamen dağılması, bölgedeki jeopolitik durumu altüst etti. Bulgaristan ve Romanya’nın denetimini kaybetmesinin ardından Ukrayna ve Gürcistan’ın bağımsızlıklarını kazanması, Sovyet-sonrası Rusya’nın Karadeniz’deki eylem ve etki imkânlarını daha da daralttı. Sadece 400 kilometrelik bir kıyı şeridine sahip olan ülke, bölgedeki yirmi altı Sovyet limanından sadece dördünü elinde bulunduruyor.
ABD, “Önce Rusya” politikasının yanı sıra, Karadeniz ve Güney Kafkasya’ya tam erişim temelinde Hazar Havzası’nı açma (désenclavement) stratejisini de teşvik ediyor. Avrupa Birliği ve üyeleri ise Ankara’nın öncülüğünde Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ)[2] kurulması projesini desteklemiş ve “Karadeniz Sinerjisi” girişimini başlatmışlardır (2007). Bazıları geniş bir “Karadeniz-Kafkasya-Hazar” bölgesinin oluştuğundan bahsediyor.
Gerçekte, Rusya’nın Karadeniz’deki tutulumu (éclipse) kısa sürdü; Moskova, Batı’nın 11 Eylül 2001 saldırılarına yanıt olarak Afganistan’a yaptığı askerî müdahale sırasındaki somut işbirliğine rağmen, bölgedeki sözde “dondurulmuş”[3] çatışmaları manipüle ederek Kafkasya, Hazar Havzası ve Orta Asya’daki güç kaldıraçlarını elinde tuttu ve Batı’nın hedeflerine karşı koydu. Gürcistan’a karşı yürütülen “Beş Gün Savaşı” (8-12 Ağustos 2008) bir dönüm noktası oldu. Gürcistan’dan ayrılan Abhazya eyaletinin ve sınırlarının Rusya tarafından ele geçirilmesi, Rusya’nın Karadeniz’de 200 kilometrelik ek bir kıyı şeridine sahip olmasını sağladı.
Şubat 2014’te [Rusya’nın] Ukrayna’ya saldırısı ve Kırım’ın manu militari (askerî yolla) ilhakı, ona Kerç Boğazı’nın (eski Kimmer Boğazı) her iki yakasının ve dolayısıyla Azak Denizi’nin kontrolünü verdi. Rusya’nın artık 1.000 kilometre daha fazla kıyı şeridi var. Yeniden silahlandırılan Kırım, “güneydeki stratejik bir kaleye” dönüştürüldü. Rusya’nın güney sınırlarını savunmanın ötesinde, Karadeniz’in stratejik kontrolünün sağlanması ve Ukrayna Yarımadası’nın Akdeniz ve Ortadoğu’ya açılan bir köprübaşı haline getirilmesi amaçlanıyordu. Ertesi yıl Rusya’nın Suriye’ye askerî müdahalesi, Boğaz ile Süveyş Kanalı’nın ortasında bulunan Tartus Deniz Üssü’nün yeniden canlandırılmasıyla projeyi hayata geçirdi.
Karadeniz’de üstünlük mücadelesi
24 Şubat 2022’de “özel askerî harekât” başlatıldığında Kırım, geri üs görevi görüyordu. Ukrayna’yı parçalama ve uydulaştırma projesinin daha geniş bir parçası olan stratejik hedeflerden biri de Donbas’tan Odesa bölgesine bir “kara köprüsü” inşa etmek ve böylece Kremlin’in “Yeni Rusya” (II. Katerina dönemindeki gibi) olarak tanımladığı güney Ukrayna’yı ve kıyı şeritlerini ele geçirmekti. Kısacası, SSCB’nin dağılmasının kara ve deniz üzerindeki sonuçlarını ortadan kaldırmak, Rusya’yı Karadeniz havzasında egemen güç olarak tesis etmek. Onun ötesinde, Moskova’nın bir sözde devlet olarak kurduğu Transdinyester’i içinde barındıran Moldova yer alıyordu. O dönemde deniz cephesindeki güç dengesi büyük ölçüde Rusya’nın lehineydi çünkü Ukrayna’nın bir savaş filosu yoktu. 2014 yılında Kırım limanlarında bulunan az sayıdaki gemisi yok edildi veya ele geçirildi.
Böylelikle Rusya’nın Karadeniz Filosu, Ukrayna’dan gelen ticaret akışını kesecek bir deniz ablukası uygulayabilecek ve Odesa bölgesinde amfibik bir operasyon yürütebilecek kapasitede görünüyor. Ipso facto (bundan dolayı), Ukrayna’nın Azak Denizi’ndeki, Karadeniz kıyısındaki ve Tuna kıyısındaki limanları, özellikle Tuna deltasındaki tahıl terminalleri bombalanıyor. Karadeniz’e ve dolayısıyla Akdeniz’e ve “Dünya Okyanusu”na (kürenin denizleri ve okyanusları) tüm erişimini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan Ukrayna, jeostratejik olarak karayla çevrili ve açık denizin oksijeninden mahrum kalmış bir devlet durumuna düşmüştür. Sekiz yıl önce, [2014’te] başlayan savaşın bu yeni safhasının başlangıcında, Rusya’nın Karadeniz’in büyük bölümünde hakimiyet kurması kaçınılmaz görünüyordu; Büyük Rus şovenizminin destekçileri tarafından yüksek sesle iddia edilen, Ukrayna’nın ana limanı Odesa’ya amfibik bir saldırı bekleniyor.[4]
Silahların kaderi, Ukraynalıların Karadeniz’deki Rus filosunun amiral gemisini[5] ve birkaç amfibik gemiyi erken bir zamanda ortadan kaldırmasıyla, Rusya’nın Ukrayna topraklarına yönelik bir deniz işgali şöyle dursun, abluka hedefini bile boşa çıkardı. Özellikle Türkiye’nin 28 Şubat 2024’ten itibaren Boğazlar’ı Karadeniz’deki bir limana bağlı olmayan savaş gemilerinin geçişine kapatacak olması, Rusya’nın filosunu Akdeniz’de konuşlu veya Baltık Denizi’nden veya Murmansk’tan (Kuzey Filosu’nun merkezi)[6] gönderilecek birliklerle takviye etmesini yasaklıyordu. Ayrıca, savaşın tahıl fiyatlarına olan etkileri, Rusya’nın Afrika ve “Küresel Güney”deki diplomatik operasyonlarını geçici olarak tehdit etti ve Moskova’yı tahıl gemilerinin tedavül koridorlarıyla ilgili bir anlaşma imzalamaya yöneltti (23 Temmuz 2022): bu nedenle Karadeniz, ticarî nakliyeye kısmen açık kalmaya devam etti.
Moskova Temmuz 2023’ten itibaren bu Yeşil Mutabakat’ı (Green Deal) yenilemeyecek olsa da filosu artık Ukrayna limanlarını Boğaz’a bağlayan ticaret gemilerini tehdit edebilecek durumda değil. İzleyen yıl 53 milyon ton tahıl ve hammadde ihracatı yapıldı. Füze saldırıları (Neptün gemisavar füzeleri ve Fransız-İngiliz seyir füzeleri) ve Ukrayna’nın insansız hava aracı saldırıları (Sivastopol, diğer Kırım üsleri ve Berdyansk limanının vurulması da dahil) bir dizi Rus savaş gemisini yok etti veya hasara uğrattı; Ruslar Yılan Adası’ndan (ostriv Zmiynıy) kovuldu, Karadeniz Filosu Azak Denizi limanlarına veya Rus-Kafkas kıyılarındaki (Novorossiysk) limanlara, ayrıca Abhazya kıyılarına (Oçamçira) çekildi. Ukrayna istihbaratına göre, 13 Rus gemisi imha edildi, yaklaşık yirmisi de hasar gördü. Kısacası, Rus Karadeniz Filosu’nun yarısı devre dışı kaldı. Deniz cephesinde bir zaferden bahsetmek abartı olmaz, ancak bu durum Ukrayna’nın artık kıyı şeridinin ancak beşte birini kontrol ettiği gerçeğini gölgelememeli.[7]
Türk “oyunu”
Öte yandan, Karadeniz hava sahasında Rus uçakları ile NATO üyesi ülkelere ait uçaklar arasında yaşanan yüksek gerginlik ve olaylar, bölgenin Rusya ile NATO arasında bir çatışma sahasına dönüştüğünü ortaya koyuyor. Ancak ikincisinin, tek vücut halinde düşünüp hareket edecek küresel jeostratejik bir aktör olmadığını da akılda tutmak önemlidir. Türkiye örneği çok açıklayıcı. Önemli bir kıyı gücü olan Rusya, Soğuk Savaş’ın ardından Karadeniz’de bir Rus-Türk ortak yönetimi (condominium) kurmayı düşündü.[8] Özellikle kitle imha silahlarının yayılmasına ve terörizme karşı mücadelede NATO’nun deniz varlığının güçlendirilmesini düzenli olarak reddetti. Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın (4 Nisan 1949) 5. maddesi uyarınca yürütülen Active Endeavour (Aktif Çaba) Harekatı’nın (2001-2016) Karadeniz’e genişletilmesine özellikle karşı çıktı. Kısacası Türkiye, bu denizi kendi çıkarlarının genişleme alanı olarak görüyordu.
Elbette Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırganlığı Türkiye’yi endişelendiriyor. Kırım Tatarlarının davasına duyulan sempati her şeyi açıklamıyor. Ankara, egemenlik, güç ve ulaştırma konularına doğalgaz yatakları konusunun da eklenmesiyle birlikte Karadeniz bölgesinin Rusya’nın özel av sahası haline gelmesine izin vermiyor. Ancak Suriye’deki savaşa bağlı bazı dalgalanmalara rağmen, 24 Kasım 2015’te Türk savaş uçaklarının bir Rus uçağını düşürmesi gibi ciddî bir olayın ardından Türkiye, Romanya’nın Karadeniz’de bir NATO filosu kurma önerisine karşı çıktı. Ukrayna’ya, “savunma ortaklığı”[9] ile bağlı olduğu için gerçek siyasî, diplomatik ve askerî-endüstriyel destek sağlamasına rağmen, Romanya ve Bulgaristan’ın (ikincisi daha az coşkuludur) beklentilerinin aksine, bu reddediş 24 Şubat 2022’den sonra tekrarlanmıştır.
Türkiye aslında bölgede manevra alanını korumaya niyetlidir ve “Mavi Vatan”[10] doktrinine uygun olarak, “Büyük Akdeniz” ile Hazar Havzası’nın (Türkiye’nin Karadeniz’de iki doğalgaz sahası bulunmaktadır) kesiştiği noktada, deniz ve donanma gücü olarak konumlanmaktadır. Bu, Bulgaristan ve Romanya ile işbirliği (yüzen mayınlarla mücadele anlaşmasının imzalanması, 11 Ocak 2024) gibi Karadeniz’de aktif bir politika yürütülmesi anlamına geliyor. Türkiye, bu işbirliği anlaşmasının imzalanmasından dokuz gün önce, İngiltere’nin Romanya’ya sattığı iki mayın tarama gemisinin Boğazlar’dan geçişine izin vermemişti.[11] Teorik olarak, diğer NATO ülkelerinden gelen deniz birliklerinin Ren-Main-Tuna hattı üzerinden taşınması ve böylece Türk yasağının aşılması mümkün, ancak bunun için ağır tonaj kısıtlamaları da var. Dolayısıyla böyle bir ihtimal bölge aktörlerinin stratejik hesaplarını değiştirmiyor.
Kısacası, Boğazlar’dan geçiş, gerek Rusya’nın Karadeniz filosunun güçlenmesi gerekse NATO’nun bu kritik bölgede gücünün artması için bir önkoşuldur. Montrö Sözleşmesi Ankara’ya gerçek bir jeostratejik nüfuz sağlıyor ve Türk liderler de bunun tamamen farkında. Dolayısıyla Rusya ile Batılı müttefikleri arasında gidip geliyorlar. Bazıları bunu deha ve “küresel Güney”in dünyayı yeniden icat etmesi diye adlandıracak. Ancak Rusya ile “küresel Batı” arasında yeni bir Soğuk Savaş’ın daha da kötüleşmesi olasılığı göz önüne alındığında, NATO üyesi Karadeniz ülkelerinin, bu çerçevenin dışında bile (daha yakın koalisyonlar mümkündür) müttefikler arası dayanışmadan vazgeçebilecekleri şüphelidir. Aslında Donald Trump’ın Vladimir Putin’e yaltaklanmaları ve Ukrayna’da yeni bir Rus yayılmacılığının ve Karadeniz’deki dengelerin bozulmasının önünü açacak bir başarısız barış ihtimali, jeopolitik durumu değiştirecektir.
Sonuç yerine
Böyle bir senaryoda Türkiye’nin Karadeniz’deki egemenlik hayali suya düşecek, Rus tehdidi tehlikeli bir şekilde deniz sınırlarına yaklaşacaktır. Bu nedenle Türk diplomasisi, Kırım dâhil Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne ilişkin ilkeli tutumunu bir kez daha vurgulama konusunda özellikle isteklidir. Benzer şekilde Ankara, adil olmasa bile en azından sağlam bir barış için gerekli güvenlik garantilerini sahada sağlayacak bir “Avrupa güvence gücüne” katkıda bulunmaya hazır olduğunu belirtmiştir.
Kısacası Türkiye, Arktika’dan başlayarak Karadeniz’i de içine alan Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir “jeopolitik Avrupa”nın güneydoğu ayağı olacaktır. 1990’lı-2000’li yıllarda Avrupa Birliği’nin genişlemesine ilişkin modası geçmiş planlardan uzak olan bu jeopolitik yakınlaşma, ülkenin iç politik yönelimleri nedeniyle, ekonomik ve ticarî (Brüksel-Ankara Gümrük Birliği reformu), stratejik ve askerî-endüstriyel düzeylerde Avrupa-Türkiye işbirliğinin güçlendirilmesi için malzeme barındırmaktadır. Buna dikkat etmek önemlidir.
Ek
Kırım, Türkiye ve Rusya’ya Tarihsel Bir Bakış
Kırım, Rusya’nın Şubat 2014’teki işgaline rağmen Ukrayna’nın egemenliğindeki Karadeniz’deki bir yarımadadır. 26.000 km²’lik bir alanı kaplayan yarımadada yaklaşık iki milyon kişi yaşıyor ve nüfusun %58’i Rusça konuşuyor. Rusça konuşan unsurun bu baskınlığı, liman kenti Sivastopol’da (nüfusu 400 bin olan nüfusun %80’i) daha da belirgindir. Bu etno-linguistik olgu çok da uzak olmayan bir tarihe işaret ediyor. 1774 yılında II. Katerina, Güney Ukrayna’yı fethederek, hanlıkları Osmanlı’ya bağlı olan Kırım Tatarlarını yendi. Böylece Rus İmparatorluğu Karadeniz’e bir çıkış kapısı açmış oldu ve donanmanın (Eskadra) ana limanı olan Sivastopol deniz üssü inşa edildi (1783). Çarlar, Akdeniz’e açılan kapı olan Türk Boğazları’nı denetim altına almayı, hatta İstanbul’u fethetmeyi hedefliyorlardı. Bu sözde “sıcak denizler” stratejisini, mirasçısı oldukları Doğu Roma İmparatorluğu’nun anısını hatırlatarak meşrulaştırıyorlardı (bkz. “Üçüncü Roma” teması). Böylece Rus İmparatorluğu, Doğu Hıristiyanlarının hamiliği konusunda Fransa ile çekişmektedir; bu anlaşmazlık, Kırım Savaşı’na (1853-1856) yol açan dramaturjik çizgilerden biridir.
Bolşevik darbesi ve bunu izleyen iç savaş (1917-1921) sırasında Kırım, Beyazlar ile Kızıllar arasında çekişme konusuydu ve Kızıllar galebe çaldı. SSCB içerisinde Kırım Yarımadası bir dönem Rusya Federasyonu’nun parçasıydı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Stalin döneminde, toplu halde Alman düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan Kırım Tatarları kitlesel olarak Orta Asya’ya sürgün edildi. Yarımadanın Ruslaştırılması ve Sovyetleştirilmesi daha da ağırlaştı. Hruşçov, 1954 yılında bugünkü Ukrayna topraklarının bir kısmının Rus İmparatorluğu’na katılmasının üç yüzüncü yıl dönümünü, Kırım Yarımadası’nı ve dolayısıyla Sivastopol Deniz Üssü’nü Ukrayna Federal Cumhuriyeti’ne bağlayarak kutladı. SSCB’nin iç sınırlarının sadece idarî bir değeri olduğundan, kararın o an için jeopolitik bir önemi bulunmamaktaydı.
1991 yılında SSCB dağıldığında işler oldukça farklıydı; idarî sınırlar uluslararası sınırlar haline gelmişti. Bir yandan Rus hükümeti kendisini Rusça konuşan azınlıkların hamisi olarak sunuyor; diğer yandan Sivastopol Deniz Üssü’nde askerî varlık bulundurmayı düşünüyordu. Ancak Ukrayna’nın nükleer silahlardan arındırılmasına ilişkin Budapeşte Muhtırası (1994), sınırlarını güvence altına alarak Rusya’nın uluslararası hukuk açısından elini kolunu bağlıyordu. Üç yıl sonra, 1997’de Moskova ile Kıyiv arasında imzalanan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması, Kırım ve Sivastopol etrafındaki gizli çatışmayı geçici olarak çözdü. Söz konusu üs yirmi yıllığına Moskova’ya kiralanmış olup, böylece Moskova Karadeniz’deki bu destek noktasını elinde tutmaya devam edecekti.
“Turuncu Devrim” ve Viktor Yuşçenko’nun Aralık 2004’te Ukrayna cumhurbaşkanlığına seçilmesi, çatışmayı hızla yeniden alevlendirdi; Vladimir Putin, Ukrayna’nın NATO ve Avrupa Birliği’ne doğru jeopolitik kaymasına karşı çıktı. Aslında Ukrayna’nın kaçınılmaz olarak Rusya’ya geri dönmesi gerektiğine inanıyordu. Kremlin, Kırım’daki Rusya yanlısı ayrılıkçı örgütleri istismar ediyor ve çeşitli Rus siyasetçiler, yarımadanın Rusya’ya ilhakından bahsediyordu. Ukrayna Devlet Başkanı ise buna karşılık 2017 yılında sona erecek olan Sivastopol Üssü’nün kira sözleşmesinin yenilenmeyeceğini duyurdu. Ağustos 2008’deki Rus-Gürcistan Savaşı sırasında, Sivastopol’da konuşlu Rus deniz birlikleri harekete geçti ve bu durum Kıyiv’den diplomatik protestolara yol açtı. Şubat 2010’da Rusya yanlısı olarak bilinen Viktor Yanukoviç’in Ukrayna cumhurbaşkanlığına seçilmesi durumu değiştirdi. Ukrayna’nın NATO’ya üyelik başvurusunun kaldırılmasının yanı sıra, Kıyiv ile Moskova arasında imzalanan yeni bir anlaşmayla Sivastopol’un kira süresi 2042’ye kadar uzatıldı. Kırım’daki gerginlik bir süreliğine azaldı, ancak jeopolitik sorun henüz çözüme kavuşmadı.
Rusya, 2013 yazında Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile ortaklık anlaşması imzalamasını engellemek için ekonomik savaş başlattı; Kremlin, onu Avrasya Birliği Anlaşması’nı imzalamaya zorlamak istiyordu. Bu jeopolitik çatışmanın 2013 sonu ve 2014 başındaki gelişmeleri, bir toplumsal ayaklanmaya (“Yevromaydan”) ve Ukrayna’nın Bölgeler Partisi’nden Rusya yanlısı Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in kaçışına yol açtı. Vladimir Putin, Kırım’ın ayrılmasını organize ederek ve iki gün sonra da bir referandum düzenleyerek (18 Mart 2014) Rusya’ya ilhakını sağladı. Bu ilhak uluslararası hukuk açısından hukuka aykırıdır. Batılı güçler, Kırım’ın Rusya’ya askerî yolla ilhakına karışan kişi ve kuruluşlara karşı bu kapsamda birtakım yaptırımlar uygulamaktadır. Donbas’a sıçrayan çatışma Azak Denizi’ne kadar uzandı (2018).
Yerküredeki devletlerin büyük çoğunluğu gibi Türkiye de, 2016’dan bu yana Rusya ile gerçekleştirdiği yakınlaşmaya (bir “acımasız anlaşma”dan ziyade bir çatışma-işbirliği ilişkisi) rağmen, bu yasadışı ilhakı tanımadı. Böyle bir oldubitti politikasının reddedilmesine, etnik ve dinî dayanışma yoluyla birçok Türk’ün sempatisini kazanan Kırım Tatarlarının (Türkiye’de bir Tatar azınlık bulunmaktadır) kaderinin de dikkate alınması eklenmektedir. Son olarak Türkiye Ukrayna ile, Karadeniz havzasındaki güç dengelerini yeniden dengelemeyi ve hatta diğer sahalarda ve kriz bölgelerinde (Suriye, Libya, Güney Kafkasya) Türk-Rus müzakerelerinde nüfuz elde etmeyi amaçlayan bir askerî-endüstriyel ortaklık (İHA teslimatı ile) kuruyor.
Elbette 24 Şubat 2022’deki “özel askerî harekât” ve Rusya-Ukrayna ihtilafının büyük, yüksek yoğunluklu bir devletlerarası savaşa dönüşmesi, Türk politikasının belirsizliğine son vermedi. Dolayısıyla, Rusya’nın bu büyük çaplı işgalinin kınanması, Ukrayna’nın egemenliğine ilkesel olarak destek verilmesi ve ordusuna insansız hava araçları teslim edilmesi, tam tersine, Türk-Rus ticaretinin ve kaçakçılığının gelişmesini engellememiştir.
Savaş sırasında Ukrayna ordusu, Rus ordusunu Kırım’a kadar vurmayı başarmış, Karadeniz Filosu’nu, ayrılıkçı Abhazya (Gürcistan) eyaletine kadar, Azak Denizi ve Kafkasya kıyısındaki limanlara sığınmaya zorlamıştır. Kısacası Kırım, Rusya’nın Karadeniz’de deniz üstünlüğünü dayatmasını sağlamadı. Rus yanlılarının küstahça yansıttıkları imajın aksine, karada yenilmeyen Ukrayna’nın denizde (havada ve siber alanda olduğu gibi) kazandığını bile kabul etmek gerekir.
Ukrayna’nın terk edilmesiyle birlikte kendisine dayatılabilecek rezil bir barış ihtimali Türkiye’yi bile endişelendiriyor. Rusya’nın Kırım’ı ve 2022 baharında ele geçirdiği toprakların bir kısmını, Azak Denizi’nden Kırım’a uzanan “kara köprüsü”nü elinde tutması, Odesa bölgesi ve Karadeniz’in batı kesimi için tehdit oluşturacaktır. Moskova’nın sıkı kontrolü altındaki Ukrayna yarımadası, nihayet Rusya’ya Karadeniz havzasındaki güç dengesini tersine çevirme imkânını verecektir; özellikle de Ukrayna toprak düzeyinde kesin olarak parçalanıp “askerden arındırılırsa” (Rusya’nın tekrar teyit edilen talebi) ve bir uydu statüsüne indirilirse (Putin’in söz dağarcığına göre “Nazilerden arındırılması”).
* Fransız Jeopolitik Enstitüsü’nde (Paris VIII Üniversitesi) tarih ve coğrafya profesörü ve araştırmacı. Birçok eserin yazarı olan yazar, Thomas More Enstitüsü’nde Avrupa’daki jeopolitik ve savunma konularında çalışmaktadır. Araştırma alanları Baltık-Karadeniz bölgesi, Sovyet sonrası Avrasya ve Akdeniz’i kapsamaktadır. Özgün dili Fransızca olan yazı
https://desk-russie.eu/2025/03/29/la-mer-noire-et-ses-enjeux-dans-la-guerre-en-ukraine.html adresinden Türkçeye çevrildi.
[1] Karadeniz yaklaşık 420.000 kilometrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Türk Boğazları (İstanbul ve Çanakkale Boğazları) ile Akdeniz’e bağlanan bölge, Akdeniz’in doğu kesimiyle birlikte Karadeniz-Akdeniz havzasını oluşturur. Bu “Avrasya Geçidi” Avrupa, Avrasya’nın derinlikleri ve Batı Asya (Anadolu, Yakın ve Orta Doğu) arasında bir arayüzdür. Karadeniz, kendisine komşu olan ülkeler için “Büyük Akdeniz”e, Cebelitarık Boğazı ve Süveyş Kanalı yoluyla da “Dünya Okyanusu”na ulaşım imkânı sağlamaktadır.
[2] 1992 yılında kurulan KEİ, Karadeniz bölgesindeki on üç üye devlet arasında işbirliği ve istikrarı geliştirmeyi amaçlayan çok taraflı girişimlere odaklanan bölgesel bir uluslararası örgüttür. Üye ülkeler alfabetik olarak şöyle sıralanıyor: Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya, Sırbistan, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan.
[3] Moldova’da Transdinyester; Gürcistan’da Abhazya, Güney Osetya ve bir süre Acara bölgesi; Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ.
[4] Mevcut jeopolitik konfigürasyonda Odesa ve liman etrafında dönen ekonomik faaliyetler Ukrayna GSYİH’sinin yaklaşık %30’unu oluşturmaktadır.
[5] Nisan 2022’de, Odesa’ya yaklaşık yüz kilometre uzaklıkta seyir halinde olan Rus Karadeniz Filosu’nun amiral gemisi Moskva kruvazörü Ukraynalılar tarafından batırıldı.
[6] Baltık Denizi, Beyaz Deniz, Hazar Denizi ve Karadeniz’i Azak Denizi yoluyla birbirine bağlayan nehir-deniz ve kanal ağı demek olan Beş Deniz sistemi Rusya’nın Hazar Denizi’ndeki Karadeniz Filosunu güçlendirmesine imkân tanıyabilir. Sistem Volga nehriyle de eklemlenir. Ancak su çekimi 3,5 metre ile sınırlıdır.
[7] Barış anlaşması durumunda Ukrayna kıyılarının ve Odesa-İstanbul Boğazı nakliye koridorunun sürdürülebilir güvenliğinin nasıl sağlanacağı, daha geniş anlamda Karadeniz’de serbest dolaşımın nasıl sağlanacağı konularının ele alınması gerekecektir.
[8] Bu bağlamda, 2001 yılında BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Donanma İşbirliği Görev Grubu) kurulmasında Türk-Rus işbirliğinin rolüne bakınız.
[9] Bkz. “La Turquie et l’Ukraine: tenants et aboutissants de leur partenariat de défense” (Türkiye ve Ukrayna: Savunma Ortaklıklarının İncelikleri) Desk Russie, 10 Aralık 2021.
[10] “Mavi Vatan” doktrini, Batı düşmanı ve “Avrasyacı” olarak görülen bazı Türk askerî çevreleri tarafından savunulmaktadır. Ege Denizi’nde, daha geniş anlamda Türkiye’nin komşularının gaz yatakları tespit ettiği Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de deniz iddiaları ve güç projeksiyonu fikrini ileri sürüyor. Genel yönelim, Türkiye’nin güç ve iktidarını Osmanlı-sonrası alana yansıtmasından oluşuyor.
[11] Bu, Montrö Sözleşmesi’nin (20 Temmuz 1936) 19. maddesine uygundur: “Savaş zamanında, Türkiye savaşan taraf olmadığında, savaş gemileri, 10 ila 18. maddelerde belirtilen koşullara uygun olarak Boğazlar’da tam bir geçiş ve seyrüsefer özgürlüğünden yararlanacaktır. Ancak, savaşan herhangi bir Devletin savaş gemilerinin, bu Sözleşme’nin 25. maddesinin uygulanması kapsamına giren durumlar ve Milletler Cemiyeti Sözleşmesi çerçevesinde imzalanan ve söz konusu Sözleşme’nin 18. maddesinin hükümlerine uygun olarak tescil ve ilan edilen, Türkiye’yi bağlayan bir karşılıklı yardım antlaşması uyarınca saldırı mağduru bir devlete verilen yardım durumları hariç olmak üzere Boğazlar’dan geçmesi yasaktır. (…) Yukarıdaki 2. paragrafta belirtilen geçiş yasağına rağmen, savaşan devletlerin savaş gemileri, Karadeniz’e kıyısı olsun veya olmasın, ana limanlarından ayrı olarak bu limanlara ulaşmaya yetkilidir.” Bölgedeki bazı uzmanlar, Montrö Sözleşmesi’nin Ukrayna’ya destek sağlamak amacıyla gelen gemilere boğazların açılmasına yetki verecek şekilde başka bir yorumunun yapılabileceğini düşünüyor. Vladimir Socor bu görüşü Jamestown Vakfı’na yazdığı mektupta geliştirmiştir.