Kırım’da Ruştiye Mekteplerinin Açılması ve Tesirleri

Ömer Sami ARBATLI.
1904 senesi «Rus-Japon muharebesi» esnasında Kırım’dan İstanbul’a bir hayli asker kaçağı gelmişti. Bunların ekserisi halli vakitli adamlar olup Fatih kahvelerinde toplanır, gündelik gazete havadislerini takip ve münakaşa eder, yurtlarına avdet zamanını beklerlerdi. 1905 senesinde Ruslar mağlubiyeti resmen kabul ettikleri sırada memleket dahilinde bir takım siyasî hareketler başgöstermeğe başlamış, o meyanda Rusya Müslümanları da asırlardan beri unuttukları millî medenî meselelerini düşünmeğe fırsat bulmuşlardı.
 
O zamanlar Rusya’da bütün Müslüman Âlemini etrafında toplayan kurumlar «Cemiyeti Hayriyelerdi». Kırım Cemiyeti Hayriyesi bu kurumların en mühimlerinden biriydi. Hemen o sene biraz para toplamışlar ve Akmescit şehrinde yeni sistem bir mektep açmağa, bunun türkçe olacak tedrisatını idare edecek muallimleri de İstanbul’dan getirtmeğe karar vermişlerdi.
O zamana kadar Rusya Türklerinde ilk sübyan mekteplerinin fevkinde ne mektep, ne de muallim mevcut idi. Tabiî mâhut medreseler mebzul ise de, millet o günkü ihtiyaca bu medreselerin cevap veremiyeceğini anlamıştı.
 
Kırım Cemiyeti Hayriyesi, İstanbul’da muhacir veya mülteci sıfatiyle oturan ve aslen Akmescit eşrafından olan Hüseyin Çelebi ile muhabere ederek, İstanbul’dan muallim tedarikini kendisine havale etmişti. Hüseyin Çelebi bilmem kimlerin tavsiyesine binaen bu vazifeyi bana teklif etti. Henüz 23 yaşında idim. Kırım’ı Kartanalarımdan duyduğum bazı efsanevi bilgilerle ancak tahayyül edebiliyordum. Rusya, O büyük heyulâ bana ne bir korku veriyor, ne de bende bir mâna ifade ediyordu. Çünkü ben onu hiç bilmiyordum. Tanımıyordum. Gençlik saikasiyle bana belki biraz tereddüt gelmişti… Fakat yanık bir vatansever olduğunda şüphem olmıyan Tarpi İbrahim efendi ve emsalinin, Kırım hakkındaki sanâtkâr izahatı, ilerde duran ve bizim gibi gençleri bekliyen millî büyük vazifenin kudsiyeti hakkındaki beyanatı, genç yüreğimi derhal heyecana getirdi… Karar verdim. Akmescit’te açılacak ve Rusya’daki İslâm âleminin ilk defa kurmakta olduğu ikinci derece kültür mektebinin müdürlüğü ve muallimliği vazifesini kabul ettim. 1905 Ağustosunda İstanbul’dan ayrıldım.
 
Odesa… Köstence, Varna, Rusçuk gibi küçük ecnebi şehirlerini, hattâ Bükreş’i görmüştüm. Fakat gördüğüm ilk büyük yabancı şehir Odesa idi. Bu şehrin hendesi taksimatı, temiz ve muntazam caddeleri, bir plânda binaları, benim gıbta ve hasetle karışık dikkatimi çekti. Yol ve meslek arkadaşım Akmescitli Apdurrahman Çelebi Müftüzâde ile buradan Akyar’a (Sivastopol) ve oranda da Akmescit’e varıp doğruca arkadaşımın evine indik… Ertesi günü mumâileyh tarafından Cemiyeti Hayriye erkânına ve şehrin eşrafına tanıtıldım. Yeni yapılmakta olan ve henüz ikmal edilmiyen Mezarlık caddesindeki mektebi gezdim. Muallimlikte hiç tecrübem yoktu. Mektep binalarının nasıl olacağı ve nasıl olmak lâzım geldiği hakkında da bir fikre malik değildim. Cemiyeti Hayriye’nin reisi merhum miralay mütekaidi İsmail Mirza Müftüzadenin verdiği izahat üzerine mektep binasının fevkalâde aydınlık, geniş salonlu, geniş dershaneli olduğuna dikkat ederek içimden kuvandım. Mektebin avlusunda bizim oturacağımız muallim evleri de esaslı tamir edilmekte idi. Çok geçmeden buraya naklettim. Artık mektebin bitmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Mektebin adı ne olacağı bana sorulduğu zaman ben, ne kendi hususî fikrimi, ne de mahallin hususiyetini hiç düşünmeden, İstanbul’da öğrendiğimiz «Merkez Rüştiyesi» unvanını teklif ettim. Kabul ettiler. Yalnız mektebin bir tarafında kız çocuklar da okuyacakları için, «Akmescit Cemiyeti Hayriyesi Erkek ve Kız Rüştiye Mektebi» olmasına karar verildi. Benim bizzat kopyasını yazdığım büyük levha da tabelâcıya yazdırılarak mektebin ta tepesine asıldı. Mâna ve maksadını düşünmeden basmakalıp taktığımız bu isim üzerine ilerde bir çok suallere maruz kaldım. Şifa verici cevap bulup efkârı umumîyeyi tenvir etmekte çok sıkıntılar çektim. «Rüştiye» ne demek? diyorlar. Bunu ben kendim de hiç düşünmüş değildim. Fakat İstanbul’dan gelen başmuallim, bilhassa Türkiye’den gelen, türkçe tedrisat yapacak ve yaptıracak olan bu muallim, herşeyi bilmek, hattâ bilmediğini de bilir gibi görünmek zorunda idi.
Mektebin tefrişi, tedrisat levazımı, hele program, kitap, usûl, yerli gençlerden muallim intihabı… Sair, herşeyi herşeyi bilecek yalnız o idi.
 
MÜŞKÜLLERLE MÜCADELE :
 
Bu vaziyeti dışardan dikkatle takip eden dostlardan ziyade, düşmanlarımızın da bulunduğunu tecrübesiz genç müdür sonradan farkına varmıştı. Rusça tahsil ve terbiyesi mükemmel, fakat ana dilinde okur yazar bile olmıyan iyi kalpli müslüman gençler, kendi milletlerinde de nihayet dünyevî bir mektebin vücude gelmekte olduğunu görerek sevinmişlerdi. Fakat Rus mektepcilerine, rusofil mektepcilerine karşı küçük düşmemek için pek merak ediyorlardı.
 
Yine Rus harsiyle terbiyelenmiş ve adetâ ruslaşmış bazı Türk münevverleriyle akalliyetler arasındaki, bu yeni adımları çekemiyen ve bunları baltalıyarak, her milleti yine Rus ve rusofil boyunduruğuna baş eğdirmek için uğraşan mütaassıp Rus münevverleri de bizim amansız tenkitcilerimizdi. «Mektebi yapıyorsunuz ama, bakalım programı nasıl olacak? Yine Kur’an ve ilmü-halden ibaret kalmıyacak mı? Türkiye ve Türklerde yeni ilim ve fen varmı ki burada yeni fenler okutulabilsin? Kitabı, haritayı ve saireyi nereden alacaksınız? Bulsanız bile bunları Türklerden kim okutabilir?…» Gibi zehirli istihzaları etrafa saçanlar az değildi…
 
Mektebin ikinci bir kısım düşmanları da yine milletin özünden bir tabaka idi: Mollalar… Ve mollaların ardınca giden mütaassıp, cahil hacılar ve ağalardan bir kısmı…
 
Bu iki çeşit düşmanı tepelemek, yeni işe bütün safiyetiyle sarılan halkı hayal sukutuna uğratmamak için iki nev’i silâh lâzımdı. Evvelkileriyle çarpışabilmek için mektebin hakikaten asra muvafık bir tarzda teşekkülü, programın yeni mektep programlarına uygun olması birinci şarttı. Fakat bizim karaladığımız program, aşağı yukarı İstanbul rüştiyeleri programının ayni idi. Kur’an, tevcit, ûlumû dinivye, arapça, farsça dersleriyle birlikte ahlâk dersi de unutulmamıştı. Ecnebi lisanı yerine, yalnız rusça konmuştu. Rakiplerimiz ahlâk» kelimesini silâh ittehaz etmek istediler. Bu ders bir felsefe, bir moral dersidir. Bu ancak yüksek mekteplerin programlarında yer alabilir. Türk muallimi acaba «moral» dan neler okutabilecekmiş? diyorlardı.
 
Medreseliler ise arabî ve farisînin ancak medreselerde ve uzun yıllar içinde okutulabileceğini, skolastik arabî malûmatlarına dayanarak iddia ediyorlar, kahvelerde, hususî meclislerde tezvirat yapıyorlardı. Bazı ihtiyatlı olanları «hele dur bakalım», mektep bir açılsın, okutmaya bir başlasın da biz arabçanın nasıl okutulduğunu İstanbul’dan yeni gelen bu züppe hocaya anlatırız diyor, açık itirazı ihtiyata muvafık bulmuyorlardı.
 
İçlerinde İstanbul’u görmüş, taassubu biraz kırılmış, hakikati görmeğe istekli kimseler de yok değildi. O esnada Akmescit’in en saygılı müderrisi olan merhum özenbaşlı Apdullah efendi bu cümledendi. Nitekim mektep açılır açılmaz, birkaç çocuğunu bizzat gelip kaydettirmişti. Bunlardan biri çok sevdiğim Mehmet Apdullah idi. Sonradan 1926 siyasî sürgünlerinde emsaliyle beraber Solofki’ye sürgün edilmiş, o milletler mezarlığında genç iken can vermiştir.
 
Mollaların böyle ekseriyetinin mektep aleyhinde propaganda yapmasının İçtimaî ve ekonomik sebepleri vardı. Mollalar şimdiye kadar milletin başında bulunmuş daima hürmet ve itaat görmüş bir sınıf idi. Yâni dünya ilimleriyle gözü açılacak genç mü’minlerin, babaları gibi, kendilerine itaat ve inkiyat etmiyeceklerinden haklı olarak korkuyorlardı.
 
Kezâlik, mollalar Rus Çarlarının ve avenesinin yağmasından arta kalan evkafı, meşruta diye kendilerine müekkel ittehaz etmişlerdi. Hemen her müderrisin ve her imam veya hatibin hizmet ettiği makama meşrut geniş vakıf topraklar, mâmur bağ ve bahçeler, han ve hamamlar vardı. Bunlar, varidat kaynaklarına kaydihayat şartiyle sahip oldukları gibi, kendilerinden sonra da evlâtlarına bir miras gibi intikal ettirmek ellerinde idi. Milletin gözö açılmasından, millî servetin hesabını sorabilecek bir seviyeye gelmesinden korkuyorlardı.
 
Bunların hücum silâhları, bütün Islâm Dünyasının malûmu olan «din ve şeriat kaygusu» idi. Rus mekteplerinde okuyan bazı gençler nasıl şapka giyiyor, namaz kılmıyor, hülâsa «kâfir» oluyorlarsa, Rüştiyede okuyacakların da âkibetleri muhakkak ayni uçuruma yuvarlanmak olacağını iddia ve ilân ediyor, mütaassıp avam sınıfından bazılarının zihinlerini çelmeğe muvaffak oluyorlardı.
 
Biz bu savaşta, düşmanları kendi silâhlariyle vurmanın daha onaylı olacağını tâyinde geç kalmadık. Mektepte Kur’an, tecvit, ulumû diniye derslerine ehemmiyet verilerek bu derslerin herhalde ve kendilerinden çok daha iyi tedris olunduğunu isbat etmek lâzımdı. Bunda çabuk muvaffak olduk. İstanbul’dan ilk gelişimizde sarıklı gelmemizi tavsiye edenler çok haklı idiler. Hattâ o sırada İsmail Gaspıralı ile Mustafa bey Davidoviç tarafından medreselerin islâhı maksadiyle Mısır’a yeni usulde arabî tahsiline gönderilmiş olan İsmail Numanof da, an’asıl bir rusça lisan muallimi, bir rus muallim mektebi mezunu olduğu halde, Mısır’dan dönüşünde sarıklı gelmesi o büyüklerce tavsiye edilmiş, o da Mısır uleması kisvesinde gelmişti. Biz de ayni kıyafetle gelerek camilerde göründük, mihraplarda bulunduk. Bilhassa Kur’an okuma ve okutmada yerli mollardan çok üstün olabileceğimizi isbat etmiştik.
 
Kerç taraflarının zenginlerinden Süleyman Hacı Beytullahoğlu yeni mektebi bir arkadaşiyle görmeğe gelmişti. Rüştiye birinci sınıf dediğimiz, ilk mekteplerden toplanma çocuklara arabça okutmakta olduğum bir sırada içeri girdiler. Ben hurufu zevâidin ilâvesiyle bapların nasıl teşekkül ettiğini siyah tahta üzerinde ve çocukların kendilerine buldurarak okutuyordum. Elimizdeki eser, merhum Hacı Zihni efendinin kitapları idi. Dersi dikkatle dinlediler, bana hiç birşey söylemediler. Fakat dışarı çıkınca bizim cemiyet âzasından ilk tesadüf ettiği kimselere ve şehrin büyük kahvelerinde toplanan memleket eşrafına: «Ay, bu sizin hoca arabcanı çotman (keserle) yasar gibi okuta eken, çok hoşuma ketti…» mealinde, taktirkâr cümleler sarfetmekle beraber, Kerç’e döner dönmez, asıl kendi köyleri olup, içinde eski bir medreseyi ihtiva eden «Saraymen» köyünde ve medresenin yanında «Rüştiye» tarzına yakın dershaneler açmağa teşebbüs etmişti. İstanbul’dan belki tesadüfen o taraflara gelen ve zannederim ismi Mahmut olan bir zatı da fennî dersleri okutmağa davet etmişti. Bu suretle Kerç Rüştiyesinin temeli de atılmıştı.
 
Akmescit Merkez Rüştiyesinin ünü Kırım yarımadasının her tarafına yayılmakta gecikmedi. Gözleve’den Bulgakoğlu Ali Mirza da bizzat gelerek, kendi şehirlerinde bir rüştiye açacaklarını ve İstanbul’dan bir muallim tavsiye etmemi rica etmişti. İstanbul arkadaşlarımızdan ve Türk Ticaret Mektebi mezunlarından arkadaşım Ethem Feyzi’yi tavsiye etmiştim. Hemen ertesi sene Gözleve’de, Karasubazar’da, Kerç’te, Yalta’da, daha sonraları Kefe’de olmak üzere aşağı yukarı ayni programla Rüştiye Mektepleri açılmış, hepsi de kendi muhitlerini harekete getirmişlerdi. Eski medreselerin islâhından ümidini kesen İsmail Numanof’da Bahçesaray’da, iptidaiyenin üstünde bir programla yeni ve hususî bir mektep açmıştı. Bu mektep bizimkilerden biraz farklıydı. Onda gaye, Arapçayı pratik bir surette ve az bir zamanda öğreterek eski sistem medreseleri tenkit etmekti. Ne de olsa programına ilâve edilen tarih, coğrafya, hesap gibi fennî unsurlarla o da yeni bir mektep tipi idi. (Bu mektep sonradan «Bahçesaray Cemiyeti Hayriyesi Rüştiye Mektebi» ne inkılâp etmiştir).
 
Rüştiyeler müsbet faaliyetleriyle bir çok insaflı mollaları kendi saflarına çekmişlerse de, şahsî zaaflarına sıkı bağlı olan veya Çar idaresinin azat kabul etmez köleliğini kendileri için bir şeref bilen bazı cahil, garazkâr mollalar, sonuna kadar bu millî müesseselerin amansız düşmanı olarak kalmışlardır. Rüştiyelerin 1910 dan itibaren kat’î surette kapatılmalarında bu bedbahtların da küllî yardımları bulunduğu o zamanın arşivlerinden çıkarılan jurnallariyle sabit olmuştur.
 
Mollalar cahil halkın bir kısmını kandırıyorlar, daima mektep aleyhinde bunları kör bir silâh gibi kullanıyorlardı. Meselâ, Akmescit’te «Merâvi» kardeşlerin kahveleri bu fesat ocaklarının en namdar yeri idi. Cemiyeti Hayriye idare âzalığına da saylanarak işi içerden karıştırmağa başlamışlardı. Kırım Türk ahalisinin büyük ekseriyeti çok samimî ve saf insanlardır. Kırım’ı çok eskiden tetkik eden Leh, Fransız, Alman âlimleri bu halkın temizliğine, insanlığına hayran olmuşlar, bâzıları Kırım Türklerini «insan değil yarım Allah» diye tavsif edecek derecede ileri gitmişlerdir. Bizim gibi tecrübesiz ellerle başlıyan harsının, yerli, avam tabakasından ne fedaî yardımcıları vardı… Mutaassıp mollalarla taraftarlarını susturmak lâzım geldiği zaman, ne paralarını, ne de Canlarını acır, her şeyini millet uğrunda fedâ ederlerdi. Bolşeviklerin Kırım’ı ilk istilâlarında, zenginliğinden ve milliyetçiliğinden dolayı hapis ve nihayet bir gece, arkadaşlariyle beraber kurşuna dizdikleri Akmescit eşrafından Ayukulak Apdurrahman Mehmetoğlu’nu bunlardan biri olarak burada zikretmeyi ve rahmetle anmayı vicdan borcu bilirim.
 
MÎLLÎ EĞİTİM DÜŞMANLARÎYLE MÜCADELE :
 
Eski ve koyu bir Rus kültürünün ortasında, bu yeni Türk hars ocaklarının otoritesini kurmak kolay değildi. Karşımıza çıkanlar evvelkiler gibi, kaba ve cahil değildiler. Bunlar oldukça münevver, malûmatlı, zahiren kibar, nazik kimseler olup, Rus milliyetçiliği ile içleri yanan ve son siyasî hadisat üzerine büsbütün çileden çıkan, kuvvetli, ayni zamanda tehlikeli düşmanlardı…
 
Vilâyet maarif inspektörü Kasabof (Ermeni), Türk çocuklarını ruslaştırmağa mahsus olmak üzere açılan, vilâyet Rus-Tatar Muallim Mektebi müdürü Manastırlı (Makedonyalı Bulgar) ve emsali gibi kimseler… Bunların yine Türklerden yetiştirdikleri ruslaşmış, yalnız Rus medeniyeti ile gözleri kamaşmış bâzı millî düşmanlar… Yani Türk ve türklük düşmanları adamlar…
 
Bunlarla iki cepheden uğraşmak, vuruşmak mecburiyetinde idik. Biri ilmen, usûlen çarpışmak. Biri de matbuat vasıtasiyle, kalemle savaşmaktı. Kırım Türklerinde uyanan bu millî kültür faaliyetini Rus efkârıumumiyesine karşı müdafaa ve muhafaza vazifesi, savaşın en güçlü cephesini teşkil etmekle beraber, bu bizim için en kolay bir işti. Çünkü bütün Müslüman Dünyasına ses veren «Tercüman», Gaspıralı İsmail beyin 20 yıllık Tercüman’ı ile, Kırım gençlerinin yeniden tesis ve neşrettikleri «Vatan Hâdimi» gibi kuvvetli iki organımız vardı. Bunların türkçe ve rusça sütunları, bu son uyanıklığın kuvvetli iki meşalesi idi… Bu gazeteler hem içimizden türemek istiyen millî münafıklara, hem Rus şövinistlerine karşı lâzımgelen cevabı vermekte aslâ kusur etmiyorlardı.
 
İlmî yönden bizi tenkit eden rusofiller, evvelâ bizim dilimizde asrî, edebî kitap bulunmadığını pervasızca ileri sürüyorlardı. Cemiyetin reisi ve mektebin de baş hâmisi İsmail Mirza Müftüzâde mektebe aldığı bazı ders levazımı arasında bir de rusca mücessem kürre almıştı. Bunu bana göstererek, ne olduğunu ve böyle şeylere dair malûmatım olup olmadığını yoklamağa kalkışmıştı. Benim, bu gibi ders levazımının türkçesi de bulunduğunu söylediğim zaman bayağı hayret etmiş ve «Türklerde karta varmı ?» sualini ağzından kaçırmıştı.
 
Rüştiyenin ilk açılma merasiminde mektebe «hâmi» saylanan Sait Mirza Bulgakof, mektebi hâmi sıfatiyle ilk ziyaretinde memnun kalarak, çocuklara hediye dağıtmak üzere bana beş ruble bırakmıştı. Ben bunu mektep kütüphanesine bir (fon) sermaye olmak üzere koydum. İstanbul’da tahsilde bulunan kardeşim Osman Cudi’ye bir takım kitap ısmarlamıştım. Merhum Şemsettin Sami’nin Kamusülâlâmi, türkçe kamus, türkçe bir mücessem kürre ve bir takım harita bu cümledendi. Bunlar gelip mektebin kitaplığına yerleştirildiği zaman, Kırım Merkez Rüştiyesi kitaplığının ilk temeli atılmış oldu.
 
«İlim ve edebiyat Avrupa’dan sonra yalnız ve yalnız rusça dilinde mevcut olup, türkçede âşık Ömer, âşık Garip, Köroğlu hikâyelerinden başka ne var?… diyenler, kitaplığımızda bazı Türk eserleri görünce hayretlerini gizliyemiyorlardı. Rusofillerin propagandası, hem eski ve hem de çok kuvvetli idi. O zaman Kırım Türk gençlerinden münevver geçinenlerin tahsili ancak Rus muallim mekteplerine münhasır gibi idi. Aralarında doktor, avukat olanlar yok gibi idi. Rusya Türklerini ruslaştırmak maksadiyle açılan bu mekteplerde ise kültür, orta tahsilin bile dûnunda olup, yegâne meziyetleri rusluğu yükseltmek, Türklüğü alçaltmaktan ibaret idi. İlminski veya Pardonetssef gibi papaz ruhlu devlet adamları, sırf bu mel’un maksat için bu mekteplere pek ziyade ehemmiyet  vermişlerdi. Vakıa bu emekler büsbütün boşa gitmemişti. Bir çok Türk gençleri bizim işlerimizi, yeni kültür yolundaki ciddî ve verimli hizmetlerimizi görerek millî benliklerini bulmuşlar ise de, bazıları sapmış oldukları kör yoldan dönememişlerdi. Bunlar bize hücum için Rusların elinde birer silâh gibi iş görüyorlardı. Meselâ bunlardan Badaninski Ali, Rüştiyelerin açık düşmanlarından olup daima bizimle temas eder ve her görüşte bizi, mektebimizi, usûlümüzü tenkit ederdi. Bize vâki olan en kuvvetli itirazı da, bizim İstanbul kitabı okuttuğumuz, İstanbul türk lehçesiyle ders verdiğimiz ve binaenaleyh hizmetimizin mahallî halka fayda çıkarmaktan ziyade, panturanistlik gibi Rus siyasetine aykırı bir türklük propagandacılığından ibaret olduğu vâdisinde idi.
 
Nihayet 1917 senesi inkılâbı esnasında Kırım Millî Kurultayında sosyalist âza sıfatiyle yer alan ve Bolşevikler tarafını iltizam edilerek onlarla bir safta yürümüş olan bu Türk münevveri, 1920 senesinde, Bolşeviklerin Perekop’tan Kırım’a yüklendikleri sırada onlara iltihak ederek bolşevizm yoluna canını vermiştir.
 
RÜŞTİYELER KIRIM’A NE VERDİ ?
 
Rusya’da Türk harsını temsileden bu müesseseler, her türlü övünme ve tarafgirlik duygularının üstünde olarak, denebilir ki çok müsbet neticeler vermiştir. Rüştiyelerin mevcudiyeti, faaliyeti, vali ve jandarma teşkilâtı gibi ma-ralli kuvvetleri kuşkulandırmakla kalmıyarak, Petersburg’u, bütün çarlık teşkilâtını bile tahrik ederek, Türk unsurunun karşı olan gıbtalarının dışarı fırlamasına da sebep olmuş, bu yüzden Rusya’nın türk siyasetini esasından değiştirmiştir. O zamana kadar Türkleri, mırzalık, ruhanilik, şehirli ve köylülük gibi sun’î bir takım sınıflara ayırarak, kimisini taltif, kimisini iğfal veya tehdit ile idare etmekte olan Çarlık, Türklerde görülen umumî uyanıklık karşısında cephesini değiştirmiş, tedhiş ve tazyik usullerinin âlenen tatbikine geçmiştir. 1905 senesinden beri Türkler arasında serbestçe çalışmakta bulunan ve Türkiye’den gelen Türk muallimlerini takibe başlamıştı. Nerde Türkiyeli muallim varsa hemen vazifeden uzaklaştırılmaları, mekteplerinin kapatılması, Türk kitaplarının okutulmaması, yeni usul programlarının kaldırılarak yerine, Kur’an, tecvit, ilmühal gibi yalnız dinî derslerin okutulması hususunda, müslüman anasırın ruhanî mercileri olan müftülük vasıtasiyle bütün cemaat ve Cemiyeti Hayriye teşekkülerine şiddetli emirler verilmişti.
 
Çarlığın, Türklere karşı böyle açık cephe alması, onların millî rüştlerini isbatetmek hususunda imanlarını kuvvetlendirdi. Birçok yerlerde gençler ve orta yaşlı hakikî milliyetçiler, Türk muallimlerini gizlemiye, duhovni denilen yerli ve ruhanî sınıftan imam ve müezzin gibi kendi tesirleri altında bulunan kimseleri resmî muallim göstererek, tedrisatın gizlice Türk muallimlerinin idaresinde çalıştılar. Nihayet (Stalipin’in) başvezirliği zamanında, Rus tazyiki son haddini bulmuş ve bu suretle işi idare etmek imkânı kalmamıştı. O zaman, yani 1910 senesinde her tarafta Rüştiyeler kapatıldı. Türk muallimler kovuldu. Bazıları tevkif edilerek memleketlerine sürüldüler.
[resim]
Timur Can (sağda) ve Çobanzâde Bekir (solda) ile 1918 yılında… EMEL
 
 
 
1905 ve 1906 dan 1910 senesine kadar arızalı ve fasılalı bir tarzda devam iden Rüştiyeler milletin kalbinde derin izler bırakmıştı. O vakte kadar tahsil -re terbiye işlerine soğuk bakan Türk kitlesinde, çocuklarını okutmak, terbiye ve tenvir etmek aşkı sönmez bir ateş halini almıştı. Yine Rüştiyeleri idare eden muallimlerin teşviki ile Türk çocuklarının bir kısmı Rus gimnazyalarına, bir kısmı da İstanbul Türk mekteplerine akın etmekte idi. Bu suretle Türkiye’ve giden talebe, meşrutiyet devrinin verdiği serbesti sayesinde, İstanbul’da bir talebe cemiyeti kurmuşlar, millî ve medenî işlerde tecrübe görmeğe başlamışlardı.
 
İstanbul Kırım Talebe Cemiyetinde faaliyet gösteren ve bu cemiyete müsbet bir mevcudiyet veren, Kırım Türkleri’nin millî harslarında unutulmaz bir yer tutan arkadaşlarımızdan bazılarının isimlerini burada kaydetmeyi bir vazife bilirim: Başta büyük Çelebi Cihan, Cafer Seydahmet, Apdülhakim Hilmi, Yakup Kemalî, Hacı Emir Hasan Bekirzâde Hamdi, Yakup Kerçi, Timurcan Odabaş, doktor Mehmet Apdullah ve meşhur profesörümüz Çobanzâde Bekir bunlardandır.
 
A — Yeni köy mektepleri :
 
Rüştiyelerin müsbet tesiri iledir ki 1906 dan sonra Kırım’ın büyük köylerinde asrî, sıhhî mektepler vücuda gelmeğe başlamıştır. Şehirlerdeki yeni maarif cereyaniyle tanış olan uyanık köy ağaları gayrete gelerek, sırf milletin yardımiyle köylerinde kâğir, güzel mektepler yapmağa, etraftan iyi, genç muallimler araştırmağa başladılar. Duvan köy, Kalımtay, Teber ti gibi Bahçesaray kazası köylerinde güzel mektepler ve genç muallimler görülmeğe başlamıştı. Bu hareket umumileşti. Hemen her köy kendi haliyle mütenasip yeni bir mektep binası vücude getirmişti. Aluşta, Alupka gibi büyük köylerin maarif faaliyetleri şehir hareketlerinin ayni idi. Köylerde yeni mektep binası yapılması hususunda, Kırım Mahkemeî Şeriyyesine merbut evkaf idaresinin de yardımı görülmüştür. Bu müessesenin idare heyeti arasında yer alan bazı uyanık mollaların gayretiyle her mektep binası için, evkaf idaresinden 900 ruble yardım verilmeğe başlanmıştır ki bu ufak yardım, pek çok köylere yeni mektep binası kazandırmıştır.
 
B — Rüştiyelerin medrese tedrisatına tesirleri :
 
Nihayet medrese büyükleri ve müderrisleri de rüştiye mektepleri etrafında kopan galeyandan müteessir olmağa başladılar. Rüştiye çocuklarının alenî imtihanlarında bulunmak üzere bilhassa dâvet edilen müderrisler ve büyüklerden bâzıları, medreselerdeki skolastik arapça tahsillerinin kifayetsizliğini görüyor, hayatta yine halkın dersinde yürüyebilmeleri için biraz da -kendi tâbirleri veçhile- dünyevî ilimlere kulak vermek lâzım geldiğini takdir ediyorlardı. Bâzıları da inatlarında İsrar ederek, dünyada kara kaplı dürerle, molla câmiden gayri yerde «ilim» aramak abes olduğunu dâvada berdevam idi.
 
1905 den sonra, medreselerin islâhı meselesi yalnız Kırım’da değil, bütün Rusya Müslümanlarında umumî ve müşterek bir dâva şeklini almış, Kazan’da, mune olarak Rüştiyeler kabul edilmişti. Yani medreselerinde İslâhat arzu eden müderrisler -Gözleve kazasından Köstelli müderrisi Hacı Zeynettin ve Davulcar köyünden müderris Habibullah efendiler gibi- Akmescit’e geldikçe, rüştiye muallimleriyle temas ederek onların telkinlerine göre, medreselerinde bazı tâdilât yapmayı düşünüyorlardı. O da medreselerine bir fen muallimi alarak programlara biraz türkçe, biraz tarih ve bir miktar da riyaziye ilâve etmekten ibarettir. Bu medreselerin ekserisi bir şahsın tahtı tasarrufunda bulundukları için, İslâhat da onların kendi düşünce ve arzularına tâbi bir keyfiyetti. Yalnız Bahçesaray’da merhum Menğli Giray Han’ın «Zincirli Medresesinde» vaziyet biraz başkaca idi. Zengin bir vakfa, büyük bir varidata sahip olan bu medresenin idaresini Kırım Müftülüğü yakından takibettiği gibi, medreseye komşu olan «Tercüman» sahibi merhum Gaspıralı İsmail Mirzada gazetesinde sık sık medresenin idaresine, İslâhatına temas ederek Kırım efkârı umumîyesini bu mesele etrafında düşündürüyordu. Bu sebeple Zincirli Medrese’nin islâhı o zaman her yerde millî bir mesele gibi münakaşa edilirdi. Nihayet İstanbul’da müderrislik imtihanını vermiş, dersiâm olmak selâhiyetini kazanmış olan Kırımlı Habibullah efendi medresenin baş müderrisliğine getirildi. Yapılan İslâhat çok ehemmiyetsiz oldu. Kırım ruhanî idaresi İslâhatın, yeniliğin aleyhinde olduğundan, hakkiyle İslâhat yapabilecek bir adam getirmemiş, âlemin ağzını kapatmış olmak için Habibullah efendiyi medresenin başına musallat etmişti. Zengin vakıftan, bazılarının gizli tahsisatları kesilmesin de ne olursa olsun… İslâhat, programa rusca lisan, türkçe lisan, tarih gibi birkaç şey, esassız bir surette ilâve edilmekten ibaret olup kaldı.
 
Mamafi bu hareket medreseleri tâ temelinden sarsmağa kifayet etti. Medreselere rağbet günden güne azalıyor, gençlik rüştiyelere, oradan da ya İstanbul idâdilerine, Darulfunununa, yahut Rus gimnazyaları, Rus âli mekteplerine akın ediyordu. Bununla beraber medresede bulunan talebe de, medresenin hakikî surette islâhını istiyerek isyankâr hareketlerde bulunmağa başlamıştı.
 
C — Rüştiyelerin dil ve edebiyat sahasındaki hizmetleri :
 
1905 senesine kadar Kırım’da, anadilinde okur yazarların sayısı herhalde pek azdı. İptidaî tahsil de dil ihtiyacını tatmin edecek bir halde değildi. Medreselerde ana dili hiç okutulmazdı. Ana dilinin millî bir varlık olduğunu bile takdir eden pek azdı. Rusça tahsil görenler ise, Türk dilinin yalnız cahili değil, onun belki düşmanları idiler. Yalnız «Tercüman» ana dilinde çıkan bir gazete olmak itibariyle bu dilin yegâne meşalesi gibi idi. Rüştiyelerin açılması ile beraber Türkiye’den bazı fen, ilim ve edebiyat kitapları da getirilmeğe başlandı. İstanbul’da çıkan bütün kitapların dili, temiz türkçe olmayup, «osmanlıca olduğundan bunlar kitlenin anlayışına, kulağına pek hoş gelmiyor, yeni millî mektep cereyanlarının aleyhinde çalışanların ellerinde ise bir silâh gibi işlerine yarıyordu. Diyorlardı ki «siz kırımlıları kendi benliğine götürmüyorsunuz, onları Osmanlı yapmağa çalışıyorsunuz.» Düşmanlarımıza bu iddialarında kısmen olsun hak vermemek insafsızlık olurdu. Binaenaleyh biz de dilimizin biraz mahallileşmesi lüzumunu anlamıştık. Babıâli’de Rasih efendi kütüphanesinde basılan Ali Nazimâ beyin kitaplarını getirip aynen Kırım çocuklarına öğretmeğe çalışmak tabiî doğru değildir.
 
Kırım’da mektepler için «Hacei sübyan» dan başka eser yok. Kazan ve Kafkasya’da çıkan eserler lehçe itibariyle Kırım Türklerine İstanbul lehçesinden daha yabancı idi. Cenup türk lehçesini sadeleştirmek suretiyle, Kırımlılar için ayrıca mektep kitapları vücude getirmek zarureti ile karşılaştık. İlkönce mahallî hususiyetleri kayt ve işaret edecek bir kıraat kitabı yazmak lâzımdı. <Çocuklara arkadaş» namı altında tertip ve iki kısım olarak neşrettiğim kıraat kitabından husule gelen aksiseda müsbet oldu. İki defa tabettirdim. Bütün Kırım mekteplerinde İstanbul kıraat kitaplarına tercihan bunlar okutulmakla idi. Bununla beraber «Çocuklara arkadaş» kıraatleri ihtiyaca yüzde elli cevap verebiliyordu. «Çocuklara arkadaşı» yazmağa başlarken karşımıza çok mühim bir mesele dikildi. O da: Çocuk şiirleri bulabilmek… Türkiye’den gelen kitaplarda bunu bulmak muhâl gibi idi. Çünkü, Recaizade’nin «La Fontaine- den tercüme ve Osmanlı türkçesine naklettiği birkaç manzum parçadan başka bir şey olmadığı gibi, bunlar da Kırım çocuklarının anlayış seviyelerine uygun değillerdi. Bir tarafta Rus kitapları bu gibi şiirlerin envai ile dolmuştu.
 
Yazacağımız eserde bu cihetin ihmali hem mühim bir noksan, hem rusofil düşmanlarımıza karşı acı bir mağlûbiyet olacaktı. Çar naçar şairliği ele aldık. Zoraki olsa da birkaç manzume yazarak kitapların şurasına burasına serptik. Bu manzumelerin hatırımda kalan serlevhalarından bâzıları şunlardır: Gül, Kırım bahçe sefası, Kış, İlkbaharda Kırım’a gelen kuşlar ve saire…
 
Mevzu ve lehçe itibariyle tamamen kırımlı olan bu parçalar -tabiî başkası bulunmadığından olacak- ümidin fevkinde bir rağbet buldular. Artık köyde, şehirde her mektep talebesi, bunları kâmilen ezber biliyordu.
 
Bu cesaretimizin başka cihetten büyük bir faydası da görüldü. Rüştiyede okuyan talebelerimize mükemmel bir teşvik oldu. Doğma kabiliyeti olanlar hemen şiir vadisinde de yazılar yazmağa başladılar. Bu suretle Kırım’ın ilk «şair» goncaları görünmeğe başladı. Akmescit Rüştiyesinden Abdullah Lâtifzade, Karasu Rüştiyesinden Bekir Çobanzâde bu yıldızların en parlaklarındandır.
 
Rüştiyelerin okuma, muallimlerin mütalâa ihtiyaçlarını karşılamak maksadiyle, daha sonra Haşan Sabri Ayvazof «usulü tedris» kitabını, Y. Bayburtlu gramerini yazdıkları gibi ilk mekteplerin hesap tedrisatını İstanbul kitaplarının usulsüzlüğünden kurtarmak için ben de «hesap meseleleri mecmuası» namındaki eserimi rusçadan tercüme ve birkaç defa neşrettirmiştim.
 
Kitap işlerinde sıra artık «tarih», «coğrafya» ve bilhassa tarih gibi mühim noktaları düşünmeğe gelmişti. Bu, çok ciddî mesai ister bir işti. Hele Kırım tarihini esaslı bir surette telif ve neşretmek muazzam bir işti. Bu mesele tabi-atiyle aceleye gelmezdi. Mamafi bu vadide de düşünmeğe, araştırmaya başlayanlarımız yok değildi. Kırım Türküne millî heyecanını verecek, unutulmuş olan muhteşem tarihini hatırlatacak olan bu eseri ihmal etmek kabil mi idi? Nihayet bu işe bir hayırlı mukaddime olsun ve geç kalınmasın diye, İstanbul’ da Kırım Talebe Cemiyeti reisi bulunan Kaçıboylu Abdülhakim Hilmi efendi «Gülbünü Hanân» ı bâzı faydalı haşiyelerle yeniden tertip etmiş ve öz kardeşim merhum A. Cudi de 1911 senesinde bunu bastırmıştı.
 
Uçkun :
 
1905 den 1909 a kadar Kırım Türkleri’nin edebî dilleri oldukça işlenmiş, rüştiyelerin işlediği lehçe, (Vatan Hâdimi) ve (Tercüman) sahifelerinde de kendini göstermeğe başlamıştı. Türk dünyasında o zamana kadar hiç de ehemmiyet verilmiyen bu dil sahası, Kırım muallimlerinin nazarlarından kaçmadı.
 
Bahçesaray Cemiyeti Hayriyesinin idare ettiği rüştiye mektebinde, ben, Y. Bayburtlu, İbrahim Tarpi ve rusça muallimi birleşmiş bulunuyorduk. O esnada şehir idaresinde kâtiplik eden Hüseyin Baliç, rusça muallimlerinden Abdullah, Yakup Davidoviç ve diğerlerinin iştirakile, bir seri çocuk edebiyatı telif ve tercüme ederek (Tercüman) matbaasında bastırmayı ve bu büroşürleri mektepler arasında dağıtmayı düşündük. Bunların ekserisi rusçadan tercüme edilecekti. Bu iş etrafında toplanan arkadaşların heyeti mecmuasına bir ad vermek de hatıra gelmiş ve buna Y. Bayburtlu’nun teklifi üzerine «Uçkun» namı verilmişti. Uçkun cemiyeti de, işi küçük olmakla beraber Rus jandarmasının gözünden kaçmadı. Uçkun nüshalarının sayısı 5 – 6 yi geçmeden takip edilerek kapatıldı.
 
Demek ki Rüştiyeler bir taraftan İstanbul’dan gelen kitapları okuyup anlamağa ve kendi muhitlerine anlatmaya vasıta olmakla beraber diğer taraftan da dil ve edebiyatı mahallileştirmeye, tabiatiyle onu sadeleştirmeye çalıştılar. Denilebilir ki gözle görülecek, elle sezilecek bir muvaffakiyet gösterdiler.
 
Kırım’da Rüştiyeler askerlikteki ihtiyat talim taburları vazifesini görüyorlardı. Ya hiç okumamış ve bu suretle yaşı ilk mektep çağını geçmiş olanlar, yahut gayrimuntazam ilk mekteplerde biraz okuyup yazmayı öğrenmiş bulunanları toplar, onları tanzim ve tansik eder, sınıflarını tâyin ile, zekâ, kabiliyet ve temayüllerini tetkik ve tesbite çalışırdı. En az bir zamanda bu vazifesini görüp hemen çocuğun ileri tahsiline bir istikamet verirdi.
 
 
——–
(*) Bu yazı, merhum ülkücü öğretmen Ömer Sami Arbatlı tarafından 1935 yılında hususî not defterine yazılmış olup, kızı Leman Arbatlı tarafından yayımlanmasına müsaade edilmiştir.
 
Yazı sahibi Ömer Sami 1881 yılında Dobruca’nın Silistire kazasının Topçu köyünde doğmuş, ilk tahsilinin birkaç yılını muallim ve imam olan babasının mektebinde okumuş, 9 yaşında iken İstanbul’a getirilmiş Fatih medresesinde Arapça ve farsca okumuştur. Ayni zamanda hafız olması için hıfza başlatılmıştır. 18 yaşında iken İstanbul Darülmualliminin ilk kısmına girmiş ve 1905 yılında bu mektebin rüştiye kısmını bitirmiştir. Bundan sonra birkaç ay da hukuk mektebinde okumuştur. Babası Abdurrahman ve anası Medine’dir.
 
23 yaşında genç bir öğretmen olarak 1905 yılında Kırım’a giden Ömer Sami buradaki çalışmalarını, karşılaştığı hâdiseler karşısındaki düşüncelerini, Kırım Türklerinin o devrin şartları ve imkânsızlıkları içinde, maarif alanında ne dereceye kadar başarı sağladıklarını kendisine mahsus ifadesiyle anlatmaktadır. Merhum 1929 yılında İstanbul’a dönmüş ve 14.3.1951 tarihinde hakkın rahmetine kavuşmuş, İstanbul’da, Üsküdar Karacaahmet mezarlığına defnedilmiştir. Kırım Türklerinin 1917 yılındaki istiklâl mücadeleleri devrine ait hâtıraları hastalığı sebebiyle tamamlanamamıştır.
 
Geri kalmış ve geri kalması için bir takım menfî kuvvetlerin ve geri kafalıların direnmelerine rağmen halkının ışığa kavuşmasında ülkücü öğretmen olarak büyük gayret göstermiş ve başarı sağlamış olan merhumu saygıyla anar, Kırım Türklerinin kalkınmasında genç öğretmenlerin çalışma şartlarını, mücadelelerini, başarı metodlarını anlatan bu yazıyı okuyucularımıza sunarız.
 
EMEL

 
 
Emel 26. Sayfa 19-29.

TAVSİYELER

MÜSTECİB ÜLKÜSAL’I KABRİ BAŞINDA ANDIK

Emel dergimizin kurucusu, başyazarı, Kırım Milli Kurtuluş Merkezi Başkanı, Emel Kırım Vakfımızın kurucusu ve 10 …