(Not: Türkiye’de “Tanrılar Çıldırmış Olmalı 3” adıyla bilinen 1991 yapımı “Fei zhou he shang” adlı filmden ilham alınarak ve kısmen uyarlanarak yazıldı. Yelkovan’ın müellifi Seçkin Sarpkaya’ya ithafen. M.B.Y)
(2012 civarı-Ukrayna-Kırım)
Kaan uçağın kapısından çıkar çıkmaz Akmescit Havaalanı’na ve şehre gergince baktı. Merdivenlerden aşağıya inerken uçağa bindiğinden beridir geçmeyen heyecanına hayıflandı. Bunda Kırım’a gelmeden önce birkaç üniversite hocasıyla önemli bir bakanın kendisine bakanlık fonundan tahsis edilmiş önemli miktarda para emanet etmelerinin etkisi vardı. Kültür bakanı rutin hamasi bir nutkun ardından bir anda yüklü miktarda para teslim edip Akmescit Havaalanı’nda Altay Özerk Cumhuriyeti’nden gelme bir kamla –kara kam demişlerdi- buluşmasını söylemişti. Sıradan bir araştırma görevlisiyken o andan itibaren bizzat devlet eliyle mühim bir iş için görevlendirilmiş kimselerdendi. Yalnız anlayamadığı konu devlet adına eski dönemden kalma bir mumyayı satın almaya giderken neden fazladan Altaylı bir şamanla yüz göz olduğuydu.
Yüz yüze görüşmüşlüğü yahut sesini duymuşluğu yoktu. Sadece bir kere internet üzerinden e-posta yoluyla bir de telefondan kısa mesaj yoluyla irtibat kurmuştu. Adını soyadını bile bilmediği “Arkıldan Kara” ismiyle çağrılan bir şaman olduğunu biliyordu. Türkiye Türkçesiyle “Havaalanının çıkışındaki çibörekçiye gel…” diye yazılmış mesaj göndermesi bir hayli garibine gitmişti.
Havaalanından içeriye girip birkaç işlemi hallettikten sonra görevlilerin yönlendirmesiyle dışarı çıkmıştı. Birkaç küçük restoranın arasında mütevazı çibörek dükkânını görünce oraya doğru adımlarını hızlandırdı. İçeride çibörekçiyle, masaya oturmuş çibörek yiyen sıradan giyimli kırklı yaşlarında bir adam görünce gayri ihtiyari gözü Altaylı şamanı yahut kamı aradı. Daha önce hiç kam görmemişti. Çibörek yiyen adam kafasını turşu kavanozundan kaldırıp araştırma görevlisine bakıp: “Kaan Bey?” diye sordu. Araştırma görevlisi “Evet benim?” dedi ve şaşkınlıkla sordu: “Arkıldan Kara Bey?” Adam yarısını ısırdığı çiböreği tabağa bırakıp elini bir peçeteye sildikten sonra uzatıp tokalaştı: “Memnun oldum. Buyurun…” Kaan kamın karşısına oturup bir tabak çibörek de kendisi için istedi. İlk defa kanlı canlı bir kama denk geldiğinden şaşkınlığı hala geçmiş değildi.
Arkıldan, Kaan’ın kendisine baktığını görünce sordu: “Neden öyle bakıyorsunuz?”
Kaan: “İlk defa bir kam görüyorum. Başka türlü birini bulacağımı sanmıştım…”
Arkıldan güldü: “Ne bekliyordun? Erlik Han’a alkış söyleyip havaya sıçrayıp duran bir ihtiyar mı?”
Kaan müstehzi bir ifadeyle, “En azından çibörek yerken beklemiyordum!” diye karşılık verdi. Arkıldan yine güldü: “Sen acıkmıyor musun? Kamlar da acıkır! Çibörek lezzetlidir. Hem turşuyu da Ankara’dan getirdim!” Kam tekrar turşu kavanozuna eğildiğinde Kaan: “Aksansız konuşuyorsunuz. Uzun yıllar Türkiye’de kaldınız sanırım?” diye sordu.
“Asıl adım İvan Arkıl Gornoyevski. Otuzlu yaşlarıma kadar Altay’da kaldım on, on beş yıl evvel sürüldüm. O zamandan bu zamana kâh Türkiye’de kâh Avrupa’da yaşadım ama genelde Türkiye’de kaldım. Bakanlıkla alakalı bazı işlerde çalıştım. Arkıldan Kara olarak bilirler…” diye yanıtladı kam. Çiböreği bitirir bitirmez turşu kavanozunu Kaan’a uzattı. Kaan istemediğini belirtince kapağını kapatıp ayakucunda duran büyük siyah bir çantanın fermuarını açıp içine koydu.
Kaan’a hâlâ garip gelen şeyler vardı. Sessizce yemeğini yerken kamı süzmeye devam ediyordu. Adamın samimi biri olduğuna kanaat getirince: “Bakanlık bir kamdan ne için faydalanabilir ki? Kültür araştırmaları falandır herhalde…” deyiverdi. Arkıldan hiç istifini bozmadan: “Sizi pek alakadar etmez zannımca…” diyerek konuyu açılmadan kapattı.
Kaan son lokmasını yuttuktan sonra yine sormadan edemedi: “Şimdi biz kapatılan özel bir müzeye gidiyoruz. Mumya satın almaya değil mi?” Arkıldan: “Evet?” deyince aklına takılan acayiplikten bahsetti: “İyi de benim yanımda niçin bir araştırmacı yerine bir kam görevlendiriyor? Antropologla değil arkeologla değil bir kamla mumya satın almaya gidiyorum, tuhaf değil mi?” Arkıldan ücreti ödemek üzere ayağa kalktığında suratında müstehzi bir sırıtış belirdi: “Gidince öğrenirsin!”
Havaalanının biraz uzağında bir taksiciyle anlaşan Arkıldan ile Kaan, Cemrek (Kyzlivka) yakınlarındaki eski müze binasına götürmesi için adama belirttikleri ücreti verip hareket ettiler. Havanın kararmaya başladığı esnada gerisinde Çarlık döneminden kalma aristokrat evlerini andıran büyükçe bir konağın görüldüğü demirden bahçe kapısı önüne gelince taksiden indiler. Bir-iki odasında ışık görünen konağın önüne gelip süslü ahşap kapıyı çaldıkları sıra üst taraftaki paslı levhayı belli belirsiz gördüler. Bir dönemler Sovyet yönetimi altındayken kendi özel müzesini açabilen bir Rus araştırmacının kurduğu bu yapı sahibinin ölümün ardından çocukları tarafından devlet müzelerine ve özel koleksiyonlara alelacele yapılan satışların gizli bir merkezi olmuştu.
Kapıyı hafif çekik gözlü yaşlıca bir adamın açtığını gördüler. Adam ilk önce Rusça kim olduklarını sordu, ardından Türkiye’den geldiklerini öğrenince hafif aksanlı Türkçe konuşmayla onları içeriye davet etti. Tepede birkaç ampulün zayıf ışığıyla aydınlanan bir avizenin tam altındaki yuvarlak bekleme koltuğuna oturup bir süre beklemeleri gerektiğini söyledikten sonra ikinci kata çıkan geniş merdivenlerden birine çıkıp gözden kayboldu. Arkıldan ile Kaan’ın dikkatini geniş salonun bir diğer köşesinde oturan takım elbiseli gözlüklü üç adam çekti. Ellerinde gri metalik renkte para çantaları olan her biri yek örnek giyinmiş, yüzlerinde herhangi bir ifade bulunmayan adamlardan çekinip başka başka taraflara bakmaya başladılar.
Kaan’ın gözü duvardaki gösterişli tablolara ve yakın zamana kadar üzerinde tablo durduğu anlaşılan boş duvarlara kaydı. Arkıldan etrafı gösterdi: “Buraya sürülmeden önce bir kere daha gelmiştim. Sovyet döneminde pek çok araştırmacının uğrak yeriydi. Kitaplarla, eski eserlerle dolup taşardı. Sahibi iyi bir iz sürücü olduğundan ve yerel müzelere önemli bağışlarda bulunduğundan Parti kendi şahsi müzesini kurup servet sahibi olmasına göz yummuştu. Seneler içerisinde bu hale gelmiş demek. Şimdi de duyanlar bir şeyler koparabilmek için akın akın buraya geliyor olmalı.”
Bir süre sonra merdivenlerden inen yaşlı adam yukarıdaki kütüphaneye çıkabileceklerini söyleyince yeniden çantalarını alıp merdivenlerden çıktılar. Sadece biraz uzakta rafların arasında görünen belli belirsiz bir ışık huzmesi haricinde loş sayılabilecek kütüphaneye girip arkasında bir kapı bulunan görevli masasına gittiler. Burada da çoğunlukla eski kitaplar ve bir kısmı satıldığı için tozlanmamış kısımları göze çarpan kitap rafları dikkatlerini çekmişti.
Görevli masasının arkasındaki kapı açılıp kendilerini yukarıya çağırandan daha yaşlı bir adam çıkıp elindeki eski görünüşlü bir kitabı masaya bıraktı. Arkıldan yaşlı adamla selamlaşırken Kaan’a takdim etti: “Buranın son müdürü Aleksey…”
Kaan müdürü hafif bir baş selamı ile selamladıktan sonra kitaba bakıp bakamayacağını sordu. Aleksey gözleriyle onaylayınca kapağını açtı. Deri üzerine yazılı runik yazıları görür görmez tüyleri diken diken olmuştu. Bazı kısımlardaki İbranice yazıları gördüğünde ise neredeyse nefesi kesilecekti. Arkıldan’ı dürterek kitabı gösterdi: “Okuyabiliyorum! Hazar dönemine ait bir kaynak olabilir!” Tam o sırada arkasından bir elin uzanıp kitabı sertçe ondan aldığını gördü. Aşağıda gördükleri gözlüklü adamlar ellerindeki iki çantayı görevliye verdikten sonra kitabı içi boş para çantasına koydular. Gözlüklü adamlardan biri gözlüğünü çıkarıp Arkıldan ile Kaan’ı baştan aşağı süzüp tehditkâr bir bakış attıktan sonra çantayı alarak peşindekilerle birlikte kütüphaneden çıktı. Arkıldan müstehzi bir ifadeyle söylendi: “Rusların neyin peşinde olduğunu tengri bilir. Zaten son zamanlarda arkeolojik kazıları bahane edip Kırım’da çok gezindiklerini duyuyordum, burada olmalarına şaşırmadım. Biz kendi işimize bakalım!”
Aleksey aksanlı Türkçesiyle sordu: “Nafe dedi bana sizi. Siz ne içun keltinniz?” Kaan ceketinin iç cebinden bir kâğıt çıkarıp adama uzattı: “Zannediyorum mumya için?” Yaşlı adam gözlerini kıstı: “Mumya? Mısır’a değil de buraya mı keltinniz? Ha! Annadım. Mumya dep yazılmış amma mumya değil… Şo acayip şey…”
Müdür Aleksey arkasındaki kapıdan geçip gözden yittiği esnada Arkıldan, Kaan’a doğru eğildi: “Bana iletildiği kadarıyla mumya gibi ancak mumya değil.”
Kaan: “Ceset ama neticede değil mi?”
Arkıldan kafasını salladı: “Tam olarak değil. Neyse gelince göreceksin…”
Bir süre sonra Aleksey, görevli Nafe ile birlikte kalın urganlara asılarak hayli ağır bir sandığı sürükleyerek kapıda göründü. Görevli masasının yanındaki boşluktan güçlükle çıkardıkları sandık boyu ve eni nedeniyle kaba bir tabutu andırmaktaydı. Üzerinde Rusça: “Ay Petri Kurganı-Kırım-1925” ibareleri yazılıydı. Görevli elindeki urganın ucunu yere bıraktıktan sonra tabutu gösterdi: “Bu kop nadir körüle dep söyleyler. Uzuvları mınav sağlam qalğan bir başka adam bedeni körmedim. On ekinci asırdan qalğan. Qadimiy Qıpçaq başbuğlarındandır dep aytalar buraya ketirenler…”
Kaan sordu: “Mumyalanmış bir ceset mi? Başbuğ olduğunu nereden anlamışlar?”
Görevli Nafe biraz çekinir gibiydi: “Mısır’da boldıgı kibi bedeni mumyalamağan. Beden boğanınday, mumya diy sarılmağan şul şaputnen. Qabrinde hanlar kibi azine ile yatqan. Qazı yapqan arkeologlar jurnal yazalar soylu kabrine kirildi dey.”
Arkıldan adamlardan keser isteyip, sandığın ötesine berisine dokunup sanki içini görebiliyormuşçasına inceledi. Nafe sallana sallana içeriye gidip keseri getirdiğinde, Kaan hem Nafe’nin hem de yaşlı adamın yüzündeki endişeli halin sebebini merak etmişti. Arkıldan’a fısıltıyla sordu: “Neden bu kadar endişeliler?”
Arkıldan sırıtarak Aleksey ile Nafe’ye baktıktan sonra: “Bu kalıntı onlara pek de güzel şeyler hatırlatmıyor. Ay Petri Faciası’nı duymuş muydun?”
“Ay Petri Faciası? Anımsıyor gibiy… Tamam! Şimdi hatırladım. Rusça bir forum sitesinde okumuştum. Sovyetler’in gizlilik koyduğu vakalardanmış bir dönem. Ama detaylı bilmiyorum. Ölen araştırmacılardan bahseden raporun kopyasını gördüm sadece. Demek Ay Petri yazısı o olayı hatırlattı onlara…”
“Ölen değil, öldürülmüş araştırmacılar. Bir sabah vakti Kırım’daki ÇEKA karargâhına öldürülen arkeologların haberini ulaştıran köylüler dâhil civardaki herkes tutuklanıp sorgulanıyor. Beyaz Ordu’dan kalma kılıç artığı bir çetenin yahut Menşeviklerle bağlantılı bir ekibin işi olduğunu zannediyorlardı. Sonradan çok deşelemediler.”
“Yetkililer ayı saldırısı olduğunu yazmış belgede?”
“Dyatlov Geçidi Vakası için de çığ olduğunu söylemişlerdi…”
“İyi de neden hâlâ rahatsız oluyor bu adamlar, eski bir olay neticede?”
Arkıldan’ın sırıtması korkutucu bir hale bürünmüştü. Bir eliyle sandığı işaret ederek: “Bu şey öldürülen araştırmacıların kazı yaptığı yerden geliyor. Bu onlar için yeter de artar bir dehşet. Biraz geride dur…”
Şaman keser yardımıyla sandığın çivilerini tek tek sökmeye başladı. Son çiviyi de söküp tahta kapağı kaldırıp kenara attıktan sonra kenara geçip Kaan’ı yanına çağırdı: “Gel bak!”
Kaan korka çekine yanına gittiğine tabutun içinde kendisine söylenildiği gibi bir Kıpçak başbuğunun yatmakta olduğunu gördü. Demirden pullarla örülmüş, dizlerine kadar uzanan zırha, altından bitki işlemeleriyle süslü ve demirden plakalar çakılı kemere, deriden mamul çizmelere ve kollarında altın süslemeler bulunan demirden kolçaklara hızla bakıp göz gezdirdiğinde kendi kendine mırıldandı: “Erken dönem, on ikinci yüzyıl gibi…” Daha konuşacaktı ancak cümleleri kalıntıyla alakalı başka detayları fark edince yarıda kesildi.
Bir kısmı örülüp kemikten, altından, taşlardan boncuklarla süslenmiş kumral saçları, kirden kararmış uzun tırnaklara rağmen canlıymış gibi duran teni, zerre çürüme emaresi bulunmayan yüzü ölümden çok bir uyku halini gösteriyordu. Bıyıkları misali ağzından fırlayıp çenesine doğru inen sivri dişleriyle oldukça ürkütücü bir görüntüsü vardı. Kaan çürümemiş yüzü göstererek sordu: “Sence bu normal mi?”
Arkıldan bedenin tamamını gösterdi: “Çürümemiş olması mı? Teknik açıdan normal.”
“Teknik? Ben dişlerini soruyordum. Genetik deformasyon gibi bir şey mi? Yoksa kendisinin yaptığı savaşçı ritüeli gibi bir şey mi?”
“Kabul ediyorum teorik açıdan anormal ama böyle görünmesi gayet doğal.”
“Nasıl yani?”
“Bu şey bir obur.”
“Zayıf görünüyor ama?”
“Bana da Türkolog gibi görünmüştün ama görünüşe göre değilsin! Ah! Doğru Türkiye’de açgözlü manasında kullanılıyor. Buralardaki anlamı bilinmiyor pek.”
“Buralardaki anlamı ne ki?”
Nafe’nin sesi salonda çınladı: “Qırım’da cadı dep aytalar. Lâkin bozkırga çıqqanson Gagavuz Yeri’nden Qafqasiya’ya bir tek mahlûku işaret ete. Qabirden çıqqanson dirilerniñ qanlarınnı işip cigerlerni söken bir şaytan!”
Aleksey, Nafe’nin ardından söze girdi: “Uruslar upir, Nemseler ve dahi Frenkler vampir dep aytalar.”
Kaan şaşırdı. Sinirleri gereğinden fazla zorlandığı için istemsizce güldü. Kendini toparlayınca sordu: “Türk kültür derslerinde bize bunlardan bahsedildi. Hortlak falan var bizde de. Ama vampir olarak düşünmedim pek. Yani bizde nasıl olabiliyor? Hem çivileri neden çıkardın onu nasıl taşıyacağız?”
Arkıldan sakin bir ifadeyle yanıtladı onu: “Emin ol şaşıracağın son şey bu olmayacak. Biraz kenara çekilirsen sorunun yanıtını alacaksın. Ayrıca taşımak için sandığa gerek yok…”
Kaan, Arkıldan’ın tuhaf cevabı üzerine kenara çekildi. Arkıldan çantasından çıkardığı uzun, üzerinde envai çeşit inci boncuğun, nazarlığın sarktığı manyağı ve külahı giyerek hayli ilginç bir kılığa büründü. Çantasından çıkardığı üzerinde türlü hayvan figürleri bulunan deriden bir örtüyü, çeşitli kemiklerin sarktığı bir deri kayış ile oburun boynuna astı. Oburun ayak ucuna yine çantasından çıkardığı bir kurt postunu baş kısmına da bir geyik boynuzunu bıraktı. Üstünde boynuzlu bir adam tasviri bulunan, Kaan’ın daha önce hiç görmediği ama çizilen tasvirin ürkütücülüğünden Erlik’i anımsayabildiği küçük bir deri parçasını oburun alnına uzunca bir dikenle mıhladı. Oburun sağına ve soluna bir tahta çanak bıraktı. Sağındakine beyaz bir sıvıyı, soluna kırmızı bir tozu dökerken Arkıldan’ın kendi kendine: “Pıhtılaşmış baykuş kanı… Kara kısrak sütü…” diye mırıldandığını işitti. Ufak bir kutu içerisinden: “Taş havanda dövülmüş kurt kemiği…” dediği iki avuç kadar kül rengi tozu çıkarıp oburun yüzüne serpti. Çeşitli ot ve hayvan tüylerinden mamül tütsüyü, ufak bir bakır tas içinde yakıp oburun etrafında dolaştırdıktan sonra başucuna bıraktı.
Arkıldan en son çantasından kırmızı boyayla üstüne tuhaf tasvirler nakşedilmiş şaman davulu ile neredeyse kurumuş insan kemiğini andıran, kuzgundan kargaya, kara köpek kulağına türlü siyah renkli hayvanlardan nişaneler taşıyan, sap kısmının ucu sivri acayip görünümlü bir tokmak çıkardı. Kaan şaşkındı:
“Ömrüm bu tür şeylerin fotoğraflarını, müzedeki kalıntılarını kovalamakla geçti. Böyle bir işçilik hiç görmedim?”
“Göremezsin zira yaygın bir geleneğin ürünü değiller. Dünyada eşi benzeri yoktur bunların. Eski bir Altay anlatısının gerçek nesneleri. Mönkö söök ile Mönkö süne. Anlatılanlara göre bilinmeyen bir zamanda çok güçlü bir kam yaşarmış. En güçlü kara kam. Davulunun sesini işittiklerinde Erlik’in kızlarının ilişmek şöyle dursun kaçıştığı söylenen kuvvetli bir kam. Bir gün ölünce tüm kötü ruhların bayram edip insanlara musallat olacağını öğrenmiş. Zira birçok hastayı onların elinden almış. Kendisini ebediyen bu dünyaya bağlamak ve tözünü güçlendirmek için kendisinden sonra en güçlü bir başka kamı çağırıp ona yapılması gerekeni söylemiş. Ruhu bedeninden ayrılmadan derisini diri diri yüzdürüp bu davulu yaptırmış ona kanıyla nakşettirmiş bunları, attığı her adımda ruhları korkutan sol ayağının kaval kemiğiyle de tokmağı yaptırmış. Böylece ruhu onlara hapsolmuş yeryüzünde kalmış ki kötü ruhlara söz geçirebilmek mümkün olsun. İşte bu tokmağa halkım Mönke söök der, ölü kemik yahut ebedi kemik. Mönkö süne derler davula, ebedi can, ölünün ruhu anlamında. En güçlü kara kam bunlarda yaşar.”
“Hiç duymamıştım. Belki derlenmemiştir.”
“Duymana imkân yok. Aile sırrıdır. Biz taşırdık. Sonra ailemizden çalındı, sır açığa çıkınca. Hermitaj Müzesi’nden gelmedir. Orada saklı olan şeyleri görsen dudağın uçuklar. Altın adam kurganından çıkan naaşlar bile orada tutuyorlar gözlerimle gördüm!”
Kaan’ın gözleri korkuyla parıldadı: “Bunları müzeden çalmadın değil mi?”
“Ne çalması? Asıl Ruslar atalarımdan çaldı ben de geri aldım. Kara kamın obasının temsilcisi benim.”
“Anladım. Mumy… Ya da bu şeyi götürmeden önce herhalde ritüel falan yapacaksın değil mi? Kültürler arası etkileşim, dini ritüel hesabı?”
Arkıldan aşağılar gibi bakıyordu Kaan’a: “Eski bir Kıpçak başbuğunun mezarı için neden bakanlık Altaylarda kam çağırtsın? Nedenini şimdi anlayacaksın.”
Sözlerini söyledikten sonra Arkıldan çantasından çıkardığı bir tebeşirle oburun etrafına daire çizdi. Kaan şaşkınlığını hala üzerinden atamamıştı: “Gogol’un Vij hikâyesi gibi?”
“Evet. Güzel hikâyedir. Kozaklar bunlar için nasıl tedbir alınacağını biliyorlarmış. Bizi kısmen koruyacak.”
“Neyden?”
“Ritüelin ters gitmesi halinde oburdan…”
Kaan tam bir şeyler söyleyecekken, Arkıldan’ın davula vurmasıyla çıkan tok sesle olduğu yerde donup kaldı. Davul bir kere daha gümlediğinde Nafe ile Aleksey’in de korkuyla Arkıldan’ı ve oburu seyrettiğini gördüler. Arkıldan gümbürdemeleri arttırıp gırtlağından çıkan yakarışları kademe kademe arttırdıkça o loş ışıklı salonda korkuyla titreştiler. Arkıldan önce çemberin etrafında çılgınlar gibi dönüp yakardı. Ardından sanki bir hayvanmışçasına bir anda oburun üstünden atlayıverdi. Birkaç kere oburun etrafında dolaşıp sanki kendisini engellemek isteyenler varmışçasına sağa sola davul çalmaya devam ediyordu. Bir kere daha sıçrayarak aynı hareketleri yapmaya devam etti. Dokuzuncu sıçramanın ardından duraksayıp onun öte âlemde yeraltı diyarının dokuzuncu katına indiğini varsaydı. Aklına bir anda bilgiler hücum etti Kaan’ın. Kıpçak başbuğunun Erlik tarafından tutulan ruhunu getirmek için oraya indiğini varsaydı. Bunun tek bir anlamı vardı…
Arkıldan davulun vuruşlarını sıklaştırıp oburun yüzüne doğru eğildi. Geri çekildiğinde oburun alnındaki o deri parçasının çekilmiş olduğunu gördüler. Akabinde hepsini dehşete düşürecek bir görüntü peyda oldu; oburun ışık saçmayan ölü balık misali bakan gözleri kocaman açılmıştı. Devasa obur sanki hiç ölmemişçesine bir anda yattığı yerden doğrulup ayağa kalktı. Gırtlağından tuhaf iniltiler koyuverdiği sırada Arkıldan deriyi yine dikenle oburun alnına sapladı. Obur iniltiyi kestikten sonra Arkıldan duraksayıp nefes nefese kalmış bir halde: “Tehlike geçti. Kontrol altında artık…” dedi.
Kaan dehşetten kaskatı kesilmiş vücudunu zorlayarak obura yaklaştı. Elini uzatarak içindeki son cesaret kırıntısıyla koluna dokundu. Oburun bedeninden yayılan soğukluktan neredeyse eli buz kesecekti. Başını kaldırdığında oburun sakince yan yan kendisine baktığını ancak gözünde herhangi bir saldırı emaresini taşımadığını görerek şaşırdı. Kekeleyerek Arkıldan’a baktı: “Ben… Bu tür şeylere inanmam pek. Ama bu gerçek. Dokunduğum an anladım. Bu nasıl olur?”
“Obur yahut bozkırın vampiri. Böyle diriltilir.”
Oburun diğer koluna elini uzatan Arkıldan, oburun bundan rahatsız olduğunu inceden hırıldamasından anlayınca tokmağı kolunun altına sıkıştırıp elini öyle uzattı. Koluna dokunduğu an oburun kama temkinle ama sakince baktığını gören Kaan bu bakış farkını yakalamıştı:
“Bana böyle bakmıyor ama sana temkinle bakıyor. Kam olduğu için mi?”
“Sanmam. Bir yabancı olsam onu zor zapt ederdim. Tıpkı yıllar önce kazıda ortaya çıkartıp diriltmeye çalışırken ekibinin yok olmasına neden olan o profesör gibi. Bize karşı koymuyor. Yerin dokuz kat altına inerken bana atamın emanetleri yol gösterip korudu. Ama çıkarken beni elimden tutup buraya o getirdi. Karşı koymadı. Sana bakışı ise daha farklı. Tanıdığıymış gibi bakıyor. Sanırım… Bizi yakınsadı. Bizim atamız. Teknik olarak benim için uzaktan tabii, ama seni daha çok yakınsıyor.”
“Dirildiği zaman köylülere bu yüzden dokunmamış olmalı. Kırım’ın Kıpçaklarından. Burasıyla bağı var.”
“Bu tür şeylere inanmıyorsun sanıyordum.”
“Kısmen.”
“Peki, açıklaman ne, sence seni neden yakınsadı?”
“Aile içinde pek az bahsi geçerdi, babaannem falan Kırım Tatarıdır. O hâlâ o şekilde konuşur… Ama benim merak ettiğim mesele başka. Vampir olduğunu söyledin demin. Bildiğimiz gibi mi?”
Arkıldan: “Tam değil. Şöyle söyleyeyim…” diyerek Aleksey’e seslendi: “Boynundaki haçı ona göster!”
Aleksey, temkinli adımlarla obura yaklaşıp boynundan çıkardığı Ortodoks haçını suratına doğru uzattı. Obur ona sakin sakin bakmaktan başka bir harekette bulunmadı. Arkıldan haçı işaret etti:
“Bazı yönleriyle bildiğimiz batı tipindekilere pek benzemiyor. Haç işe yaramıyor. Güneş ışığı ve sarımsak benziyor belki. Ama nazarlıklar ve kam eşyaları onu daha fazla etkiliyor.”
“Peki, neden dirilttin?”
“Böyle daha kolay götürebileceğimizi düşündüm Ankara’ya.”
“Nasıl yani? Bu halde? Uçakta ne diye bilet alacağız? İki yetişkin bir obur diye mi?”
“Bizimkiler, yerel yönetimle ve Ukrayna’daki ilgili bakanlıkla görüşmüş. Gvardeysk Askeri Havaalanı’ndan alıp götürecekler bizi direkt.”
“Nasıl görüşmüşler? İkna olmuşlar mı yani?”
“Detaylarını nereden bilebilirim, bana sadece oburu diriltip uçağa götürmem söylendi.”
“Bakanlık oburu ne yapmayı planlıyor?”
“Şey… Sana söyleyemem ama bir tür özel koleksiyon için diyelim.”
“Peki nasıl götüreceğiz? Kıpırdamıyorken yani?”
Arkıldan, “Yönlendirecek bir şey var…” diyerek yerdeki tebeşir izini sildi. Ardından birkaç adım geriye giderek davulu bir kere çaldı. Obur hızlı adımlarla kollarını hiç kıpırdatmadan yürüyerek Arkıldan’ı takip etti. Arkıldan davul çalarak bir müddet oburu peşinde dolaştırdı. Bütün bu dehşet Nafe’ye fazla gelmiş olmalıydı ki Nafe: “Keldiginiz kibi kidiniz!” diyerek Arkıldan’ın dolaşmasına son vermek istedi. Arkıldan kafasını sallayarak eşyalarını toplamaya başladı. Çantasını sırtına astıktan sonra oburu salondan çıkarıp merdivenlerden aşağıya inmeye başlayınca ötekiler de yaşadıkları dehşete rağmen izlemekten kendilerini alıkoyamayıp peşlerinden gittiler. Arkıldan’ın her davula vuruşunda obur peşinden yürümekteydi. Kaan da çantasını alıp peşlerinden çıkmıştı.
Tam Arkıldan, yukarıdan inmekte olan Nafe’ye kapıyı açmalarını söylediği esnada müzenin kapısı vuruldu. Kapı ikinci kez vurulup ardından Rusça küfürler işittikleri zaman Aleksey korkuyla Rusça söylenerek kapıya yöneldi:
“Boris olmalı… Kahretsin!”
Arkıldan sordu: “Boris mi?”
Aleksey tiksintiyle karşılık verdi: “Mafya bozuntusu. Maalesef gerçek mafya. Burayı tamamen kendilerine devretmemizi istiyor. Oysaki araziyi bir okul vakfına bağışlamamız gerekiyor, satmayacağız.”
Nafe de Aleksey’in peşi sıra yürüdü: “Er kün kele tehdit eteler!”
Kapı açılır açılmaz içeriye oldukça iri cüsseli ancak orta boylu, kravatsız takım elbisesiyle ve arkasında kendisi gibi giyinmiş iki çam yarması ile karanlık işlerle hemhal olduğu belli bir tiple göz göze geldiler. Adamların ceketlerinin göğsünde tuhaf bir sembol arma ile işlenmişti. Boris bir anda içeri girip Nafe ile Aleksey’in karşılarına dikildi:
“Arazinizi hala Koldunov Vakfı’na devretmemek için uğraşacak mısınız? Her gün sizinle mi uğraşacağız böyle?”
Arkıldan adamın ağzından çıkan sözler nedeniyle olduğu yerde donup kalmışken bir anda Kaan’ın ardından fırlayıp, Boris’e doğru yürüdüğünü gördü. “Sen karışma!” diyemeden Kaan hızla önünden geçip adamların karşısına dikildi. Boris aynı tehditkâr ifadeyle ona bakıyordu şimdi:
“Sen bu ihtiyarların avukatı falan mısın?”
“Hayır?” deyiverdi Kaan. Arkıldan’a dönüp Türkçe: “Evet mi demeliydim yoksa?” diye sordu. Arkıldan müstehzi bir ifadeyle cevapladı: “Ruslar hukuki konulardaki prensiplere pek sadık değillerdir. Aldırmazlar.” Kaan’ın şaşkınca kendisine baktığını görünce ekledi: “Tamamen prensip meselesi…”
Boris tam Kaan’ın yakasına yapışacağı sırada Arkıldan otoriter bir ifadeyle elini kaldırdı: “Biz sizin işlerinizle ilgilenmiyoruz. Bir alacağımız vardı, hallettik. Arkadaşımın kusuruna bakmayın.” Tam çıkmak için hamle yapacağı esnada Boris eliyle Arkıldan’ın geçişini engelledi: “Bu kılıkla ortalıkta gezebiliyor musun? Sen ve şu tuhaf arkadaşın?” Mafya olduğu yerde dikilmekte olan ve adamlara kötü kötü bakan oburu işaret ediyordu. Boris yürüyerek oburun önüne dikilip alnındaki deri parçasına göz gezdirdi: “Bu ne acayip bir kılık böyle?” Parmakları derinin üzerinde gezinirken Arkıldan temkinli bir ifadeyle: “Onu kurcalamasanız iyi olur…” diyebildi. Boris oburun alnındaki dikenle iğnelenmiş deri parçasını oburun yüzünü daha iyi görebilmek için dikkatlice çıkardı. Ne olduğunu anlayamadan bir anda oburun iniltiyle kendisini yakasından tutup ardındaki duvara fırlatmak üzere ayaklarını yerden kestiğini görebildi. Bilincini yitirmeden önce fark ettiği son şey de bu oldu.
Boris’in korumaları izledikleri sahneden ötürü şoke olmuşlardı. Patronlarının Rusların “Systema” adlı dövüş disiplininde dereceleri olduğunu bildiklerinden böyle kısa sürede etkisiz hale gelmesi karşısında ürküntüye kapılmışlardı. Obur hırıldayarak tam onların üzerine atılacaktı ki Arkıldan öne atılarak deri parçasını oburun alnına iğneledi. Sessizleşen hortlak kollarını bedeninin iki yanına sarkıtarak hareketsiz kaldı. Boris düştüğü duvar dibinden sıçrayarak adamlarının yanına doğru geriledi. Gözlerinde hınç ve öfke okunuyordu: “Büyücülük! Buraya gelirken patron bizi burası hakkında uyarmıştı. Haklıymış! Emin ol ki bu yabancısı olduğumuz bir şey değil. Özellikle Alexandr Koldunov için! Buraya tekrar geleceğiz ama yanımızda sizin yaratığınızla başa çıkacak birisiyle! Siz bittiniz!”
Ruslar binadan süklüm püklüm çıkarken Nafe ile Aleksey oldukları yere çaresizce çöktü. Arabaların egzoz gürültüsü çınlarken Kaan onlara dönüp baktığı zaman böyle durgunlaşmalarını anlayamadı. Arkıldan’ın da yüzünün düştüğünü görünce hayli ciddi bir meselenin tam ortasına düştüğünü anladı. Bakanlığın verdiği vazifeyi hatırlayarak Arkıldan’ı dürttü: “Buradan bir an önce gitmemiz gerekmiyor mu?”
“Gitmek? Gidebilirsek şayet. Üzerimize salınacak şeyi atlatabilirsek…”
“Yanında görece yaşayan obur dolaştırıyorsun, kamsın ama bir avuç serserinin boş tehditleri seni korkutuyor öyle mi?”
“Onlar bir avuç serseri değil, mafya! Ama daha kötüsünü söyleyeyim mafya karşılaşabileceğimiz şeyler içerisinde en zararsızı kalır. Bunlar Koldunov’un adamları! Vakfın isminden şüphelenmeliydim ama o olduğunu tahmin edemezdim…”
“Koldunov seni neden bu kadar korkutuyor?”
Arkıldan oburu gösterdi: “Bu obur gibi yüzlercesini gördüm ben. Burada işin fiziki ve metafiziki tartışmasına girmeyeceğim bile. Zira şahit olduğun üzere ancak filmlerde görebileceğin şeylerin tam içinde olduğumuzu anlamışsındır!”
“Sonuç olarak?”
“Koldonov, Rodnoverydir.”
“Rodnovery?”
“Slav neo paganizmi yani. Eski Slav mitolojisini yaşarlar. Kültürü yaşatmaktan bahsetmiyorum. Tanrılarına inanırlar. Kendi içerisinde dalları vardır. Rusya’nın en ünlü Rodnovery rahibi Volh Veleslav’dır. Afrodit Kilisesi’nin kurucusu Gleb Evgenievich Botkin’dir. Rus milliyetçi ve Panslavist organizasyonu Rus Athenaeum’un yöneticisi Pavel Nadezda Tulaev Vladimiroviç de Rodnoverydir. Ukrayna’daki Ukrain Rodnovery’nin kurucusu da Galyna Lozko’dur. Folklor, mitoloji falan okuyorsan illa ki bu isimlere denk gelmişsin.”
“Koldunov?”
“Koldunov bu isimlerle anılabilecek birisi değil. Rodnovery inanışının daha gizli ve daha tehlikeli bir kolunu yönetir o. Üstelik kendisi alelade bir rahip değildir. Büyüyle uğraştığı bilinir.”
“Molfar falan mı? Hani doğayla yaşayan, bitkilerle ilaçlar yapan, fal bakan kimseler?”
“Molfarları biliyorsun? Hayır. Onlar Ukrayna’nın Karpat dağlarına uzanan mıntıkasında yaşarlar, onlar değil. En kudretli molfar bile Koldunov’a bulaşmaz. Koldunov sıradan Rodnovery araştırmalarıyla öğrenilecek biri değildir. Dvatlov Geçidi gibi miadını doldurmuş forum muhabbetlerinde de yer almaz. Benim gibi çizgiyi aşanların karşılaşacağı türden biridir. Devletle de içli dışlıdır. KGB ile çok iş yapmıştır. Jirinovskiy’yle bir dönem çalışmışlardır. İyi Türkçe bilir. Daha doğrusu birçok Türk lehçesini bilir. Ölü veya diri birçok lehçe.”
“Onu diğer Rodnovery inananlarından ayıran ne peki?”
“Kara Tanrı’nın Çernobog’un takipçisidir. Çernebog Tapınağı’nın başrahibidir!”
“Peki şimdi ne yapacağız?”
“Gitmeyi bir süreliğine unut. Üzerimize gönderecekleri şey neyse onu atlatmadan gidemeyiz.”
“Büyü yapamaz mısın?”
“Kamlar büyücü değildir! Alev topu fırlatacak değilim sağa sola!”
“Üzerimize ne gönderebilirler sence?”
Arkıldan bir an sessizliği dinledi. Sonra ihtiyarların kederli yüzlerine baktı tek tek. Kafasını salladı: “Şey… Baba Yaga’yı yahut Viy’i çağırmadıkları sürece sıkıntı olmaz.”
“Baba Yaga’yı okumuştum. Peki Viy? Ha! Şu şeytanların kralı mı? Hani Gogol’un yazdığı Viy öyküsünde geçen?”
“Ta kendisi. Gerçi Viy’i çağıracaklarını sanmam. O Ukrainlerin şeytanıdır, Ruslardan pek hazzetmez. Baba Yaga’nın ise Koldunov’la dolaştığını pek sanmıyorum. Ancak karşımıza çıkacak mahluk Slav mitolojisinden çıkma bir şey olacaktır. Tıpkı bizim oburumuz gibi. Kırım Tatarı, Ukrain, Türkiye Türkü ve Altay Türkü… Hanlığın ve Kozakların zamanındaki gibi Moskof’a karşı direnmekten başka çaremiz yok.”
“Yanlarında iblis dolaştıran mafya… Televizyonların gece 11’e doğru verdikleri çay içilirken seyredilen b sınıfı avantür fantastik filmler gibi. İnanasım gelmiyor.”
“Emin ol Kaan, benimki gibi bir yaşam sürseydin b sınıfı korku filmlerine bakış açın hayli farklı olurdu. Bakanlık için daha acayip görevlerde yer aldım. Mitolojik figürler olarak bildiğimiz şeylerin kanlı canlı örnekleriyle yüz yüze geldim. Ümit edelim de oburla birlikte buradan sağ çıkalım!”
Aleksey bir anda ayağa fırladı: “Mınav yerge oturup ölmeyi beklemegen! Nafe! Kadim silahlarnı ketir! Nemselerniñ işgalinden qalğan silahlarnı!”
“Bek aruv!”
İhtiyar Nafe çöktüğü yerden hızla kalkıp binanın bodrumuna inen merdivenlere koşturdu. Kaan, Arkıldan’a baktı: “Nemçelilerden kalma silahlar? Avusturyalıları mı kast ettiler?”
Arkıldan alaycı bakışlarla süzdü Kaan’ı: “Almanları kastediyorlar. Nazi işgalinden kalan silahlar.”
Aleksey kafasını hızla salladı: “Nemselerin işgalinde men bala edim. Atam, Ukrainler, Uruslar, Kırımtatarlar Nazilerge qarşı qoyganson bazı silahlarnı muhtelif yerlerge saqlaylar. Endi Uruslarga qarşı özümüznü müdafaa etemiz!”
Kaan’ın kaşları çatıldı: “Kafanıza göre silahlanıp insanlara ateş edemezsiniz!”
Arkıldan büyük pencerelerden birinin önüne giderek perdelerin arasından dışarı baktı: “Adamlar haklı. Koldunov buralarda değil, olsa duyardım. Başka bir rahibi falan yoksa bu mafya bozuntularının herhangi bir sorun çıkartabileceğini zannetmiyorum. En azından metafiziksel açıdan. Ateşli silah olması iyi.”
“Polisi veya jandarmayı arasak?”
“Bürokrasinin ağırlığını sınamayı göze alamayız…”
Nafe, kapağında Kiril alfabesiyle yazıların ve Sovyet amblemlerinin yer aldığı eski tip bir silah sandığını sürükleye sürükleye tek başına merdivenlerden çıkardı. Sandığın üzerine eğilen Aleksey kendine bir Mossin-Naggant tabancayla Luger çıkararak çalışıp çalışmadıklarını kontrol etti. Kurşunlarının olup olmadığını da kontrol ettikten sonra silahları kemerine sıkıştırdı. Nafe de kendisine Kar98 tip tüfek çıkarıp kurşunlarına, mekanizmanın işlerliğine baktı. Kaan’ın şaşkın bakışlarını gören Nafe güldü: “Qorqmağan! Biz mınav silahlarnğa ep qararmız. Antiqa bolmağan. Bazı vaqitler ava çıkaymız!”
Oburun ansızın hırlamaya başlaması konuşmalarını bıçak gibi kesti. Kan çanağı gözleri öfkeyle kapıya doğru bakıyordu. Kaan tam ağzını açacakken Arkıldan susmasını işaret ederek dışarıyı dinlemesini işaret etti. Yaklaşmakta olan araç sesleri vardı. Daha kalabalık bir araç konvoyu binaya doğru yaklaşıyordu. Nafe elindeki tüfeği atışa hazır hale getirdi: “Bir-iki kündür kelip kiteler. Kasabayı mesken tuta ediler. Endi toplanıp keleler!”
Egzoz uğultuları kesildiği zaman bir süre takribi on beş-yirmi kişinin sağa sola koşturduğunu, Rusça bağrıştıklarını işittiler. Bu bağrışmalar kısa sürede son bulup yerine tek düze, sanki koro halinde okunan Rusçaya benzer bir şarkı aldı. Şarkıyı okuyanlar arada bir susunca çana benzer ses çınlamaları ortalığı dolduruyordu. Pencerelerden baktıklarında ay ışığı altında siyah renkli, işlemeli cüppeler giymiş on kadar kişinin ellerinde siyah renkli mumlarla ve küçük çanlarla yürümekte olduğunu gördüler. Çan sesleri kesildiğinde yeniden hep bir ağızdan aynı şarkıyı okuyorlardı. Hemen gerilerinde de on kadar otomatik silahlı adam duruyordu. Adamların cüppelilerden uzak durması Arkıldan’ın dikkatini çekmişti. Bir şeye karşı temkinle mesafelerini koruyor gibiydiler.
Kaan sordu: “Rusça’yı andırıyor ama değil. Ukraince’yi andırıyor gibi ama o da değil. Ne bu? Ne söylüyorlar?”
Arkıldan’ın kaşları çatıldı: “Bu eski Slavca.”
“Kilise Slavcası mı?”
“Hayır. Eski Kiev ahalisinin konuştuğu lisanı kastetmiyorum. Saf eski Slavca. Proto-Slav dili de deniyor. Pagan ayini için paganların dili. Eski bataklıklardan, dağlardan, ormanlardan bahsediyorlar. Bir şey çağırıyorlar. Kuvvetli bir ruhu çağırıyorlar…”
“Bu kötü bir şey mi?”
“Anladığım kadarıyla Koldunov buradaki koleksiyonlar arasında bazı şeylerin bulunduğunu, burayı satın almak istediği zaman sorun çıkabileceğini tahmin etmiş. O yüzden rahiplerini de adamlarla birlikte göndermiş. Büyü yapmıyorlarsa şayet sadece psikolojik savaş maksatlı hareket ettiklerini düşünebiliriz…”
Arkıldan’ın söyleyecekleri hayli yakından işitilen, işitilir işitilmez yüreği korkuyla çarptıran boğuk bir uluma sesiyle irkildi. Kaan soluğunun kesildiğini, peşi sıra vücudundaki kanın çekildiğini, tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. İhtiyarlara döndüğünde ellerinde tuttukları silahların namlularının titrediğini, suratlarının kireç misali bembeyaz kesildiğini gördü. Saf korkuyu bu kadar aleni görüyordu. Arkıldan’a kafasını çevirdiğinde koca kamın dahi kıpırdamaksızın olduğu yerde çakılı kaldığını fark etti. Son bir çare arayışıyla obura dönüp baktığında söylencelerden çıkma o ürkütücü varlıkta dahi inceden korkuyu sezinledi. O fena vakitte lambaların aydınlığı bile gözlerine loş görünüyordu.
Arkıldan’ın ağzından tek bir kelime sessizliği ortasına taş misali düşüp yankılandı: “Vukodlak!”
Kaan içinden okumakta olduğu duadan cesaret alıp sordu: “Efendim?”
“Vukodlak! Vukodlak çağırmışlar… Ama anladığım kadarıyla o yanlarında gelmiş.”
“Nereden anladın?”
“Söyledikleri ilahide böyle diyorlar.”
“Vukodlak ne peki?”
“Slav mitolojisinden bir mahlûk. Rusların halk hikâyelerinde yer alır. Bulgarlar Varkolak der. Kısmen vampir sayılabilir. Bizim obur gibi.”
“Anladım. Bizim obura karşı upir öyle mi?”
“Daha da kötüsü… Bir upir, vukodlaka göre güçsüzdür. Vukodlak öldürülmüş bir kurtadamın ilk dolunayda kabrinden vampir olarak çıkmasıyla olur. İnsan kılığında dolaşır. Ancak asıl suretine büründüğünde kurtadamdır. Bazı Türk lehçelerinde adamcıl kurt denilen varlıktır. Hem vampirin hem kurtadamın gücüne sahiptir.”
“Onlarla geldiğini nereden anladın? Çağrılması yahut gelmesi neyi değiştirir ki?”
“Yine ilahiden anladım. Galiba Koldunov’un adamlarının başında gönderdiği baş rahip bir vukodlak. Onunla yürüyorlar. Kurbanlarını sunuyorlar.”
“Kurbanlar?”
“Teorik olarak biz oluyoruz.”
“Peki bizim oburdan da güçlü mü?”
“Teoride bilemem. Teknik olarak da bilemem gerçi. Geceyi sağ çıkarırsak hep birlikte öğreniriz artık. Kapıdan uzak dur.”
“Sen de camın önünden çekil hocam…”
“Pencereyi kırmasına, kapıyı parçalamasına gerek yok. O bir upir. Burası da kısmen umumi bir yer. Davet edilmesine lüzum görmeden girebilir.”
“Kilitlesek?”
“Vampirler kapıları, pencereleri dokunmadan açıp kapayabilirler. Kapılardan uzak dur!”
O esnada özel müzenin kapıları kendiliğinden ağır ağır açılmaya başlayınca Kaan ihtiyarların yanına doğru gerilerken Arkıldan obura sokularak: “Quşaq kureşi… Qapqan soñ mınav toqmağa at!” diye fısıldadı. “Kuşak güreşi” tabiri Kaan’ın hayli garibine gittiyse de sormaya fırsat bulamadı. Zira kapılar ardına kadar açılmış, o güne kadar ne beyaz perdede ne de kâbuslarında görebileceği tuhaf bir mahlûkla göz göze gelmişti. Kan kızılı gözleri karanlığın içerisinde köz misali parıldıyordu. Normal bir insana göre hatta obura göre de hayli uzun mahlûk sallana sallana içeriye girdiğinde salyalı sivri dişlerine, kıllarla kaplı vücuduna, sivri kulaklarına, bir vuruşta insanın yüzünü parçalayabilecek denli keskin ve kirli pençelerine korkuyla karışık bir tiksintiyle baktılar. Arkıldan, oburun yanından ayrılmamıştı. O da tıpkı Kıpçak hortlağı misali kapıdan giren Slav hortlağını sakin sakin seyrediyordu.
Oburun karşısında ama birkaç metre mesafe aralık koyarak dikilen varlık içeridekileri tek tek süzdü. Kapıdaki cüppeliler ve silahlıların içeriye girmelerine tek eliyle mâni oldu. Hırıltılı bir sesle Rusça sordu: “Karşıma çıkara çıkara basit bir bozkır oburu mu çıkardınız? Kafkas dağlarında bunun gibisini çok gördüm. Ölü olarak…”
Arkıldan davulla tokmağı hazır tutarak duruşunu dikleştirdi. Rusça karşılık verdi: “Stalin’in ölümün ötesini arayan parapsikologlarının başa çıkamadığı bir obur bu. Kafkas dağlarının cadılarıyla karıştırma.”
“Neden karşıma dikildiniz? Neden yolumuza çıkma cüretini gösterdiniz? Hayatınızdan değerli mi bu ihtiyarlar?”
“Bu insanlara zarar verme. Eğer burayı almaya niyetliysen insanlara uygun bir ücret sun. Bizi de bırak çıkıp gidelim. Seninle veya patronunla bir alıp veremediğimiz yok…”
“O kadar kolay değil. Senin oburun beni alt edebilecek mi görelim?”
“Novgorod knezi İgor’un akıbetini paylaşmak istiyorsan neden olmasın?”
Arkıldan oburun başındaki deriye sağlanmış iğneyi çıkarıp kam davulunun tokmağına vurdu. Tok ses içeride yankılanırken obur zerre kıpırdamadı. Arkıldan tokmağı tekrar vurdu ama obur kıpırdamadı. Kam ona doğru fısıldadı: “Bek balaban körüne. Lâkin sen sırtını cerge ketirebilesin. Sen Qıpçaqsın! Batırlarnıñ batırısın!”
Kam tokmağı yeniden vurunca obur birkaç adım atarak vukodlağın üzerine yürüdü. Ancak vukodlak ağzını kocaman açıp duvarları, camları zangırdatarak gürüldeyince hareket edemedi. Rusların alaycı bakışları karşısında öfkesini güçlükle dizginleyen Arkıldan oburun yanına gidip tekrar davula vurdu. Obur kıpırdamayınca: “Uruş! Qıpçaq batırı uruş! Quşaq küreşi!” diye bağırıp yeniden vurdu. Hortlak vukodlakın üzerine atılacağı esnada vukodlak yine gürleyince olduğu yerde çakılıp kaldı. Rusların gülüşmeleri Kaan’ın içinde bir yerlere dokundu. Oburun yanına gidip vukodlağa karşı dikilerek: “Küreş! Küreş! Quşaq küreşi! Quşaq küreşi!” diye haykırdı.
Arkıldan tokmağı tam kaldıracağı sırada obur elini uzatıp vurmasına mâni oldu. Ardından boğazından camları zangırdatan ürkütücü bir bağırtı koptu. Vukodlak oburun üstüne atılarak pençeleriyle boğazını sıkmaya başlayıp onu birkaç adım geriletti. Ancak obur sanki bunu beklermiş gibi sivri tırnaklarıyla vukodlağı belinden kavrayarak tıpkı bir kuşak güreşindeymişçesine yere itmeye çalıştı. Kam da bir yandan sanki ancak oburun duyabileceği şekilde fısıldıyordu. Neler söylediğini Kaan duyabiliyordu ancak anlamlarını bilmiyordu. Sadece oburun bu kelimelerden bir mana çıkararak hareket ettiğini fark etmişti. Obur asırlık kuşak güreşine göre hasmına karşı koyuyordu.
Kam, “Bel bağlaşğan!” deyince obur, vukodlağı sıkı sıkı sarmaya başlamıştı. “İteş!” diye fısıldadığında hasmını ittirmeye başladı. “Dizge at! Irğaklay!” dediğinde obur hortlağın bacaklarının iç kısmına ayaklarını atarak yerinden kımıldatır oldu. “Capaqla! Cere şabdır! Şalqa tüşe!” dediği zaman kızılca kıyamet koptu. Obur sıkı sıkıya sarıldığı vukodlağın ayaklarını bir hamleyle yerden kesti. Gözleri cehennemî alevlerle parıldayan mahlûkların bu korkulu boğuşması seyreden herkesin soluğunu kesmişti. Böğürtülerinden tarihi binanın çürümeye başlamış duvarları, merdivenleri zangırdıyordu. Obur havaya kaldırdığı hortlağı yere doğru sırt üstü fırlattı. Arkıldan bu anı bekliyormuş gibi iki hortlak bağırtılarıyla yeri göğü inletirken tokmağın sivri ucunu vukodlağın tam kalbine gelecek şekilde sırtından saplayıverdi. Kamların kudretini taşıyan kadim ve tılsımlı ahşap keskin bir kama misali yaratığa saplanınca avizeleri titretip ışıkların voltajını bir azaltıp bir arttıran korkulu bir hal peyda oldu.
Oburun pençeleri arasında çırpınan vukodlak önce insana ardından yavaş yavaş kül yığınına dönüşerek hortlağın üzerine ve zemine dağıldı. Ortama nihayeti belirsiz bir sessizlik hâkimdi. Arkıldan cüppelilere ve silahlılara bakıp ağır ağır Rusça konuştu: “Koruyucu ilahiler okuyup savaşmayı tercih edebilirsiniz lakin kendisinin Slavcası biraz kötüdür, işe yaramayabilir…”
Koldunov’un adamları hiçbir şey söylemeden süklüm püklüm oradan ayrılırken Arkıldan oburun alnına deri parçasını yine iğneleyip Kaan’a seslendi: “Eşyaları topla, hemen çıkıyoruz. Gvardeysk Askeri Havaalanı’na bir an önce gitmemiz lazım.” Kam oburun üstüne başına bulaşan külleri silkelerken gözü ihtiyarlara takıldı: “Sizi rahat bırakmazlar. İsterseniz bizimle gelin.”
Aleksey gülümsedi. Türkiye Türkçesiyle aksanlı bir şekilde cevap verdi: “Ben burada doğdu. Nafe burada doğdu. Ben buradan hiç ayrılmadı. Nafe’yi ailesiyle sürdüler ama o geri döndü. O da, ben de burada ölmek istiyoruz. Yine gelebilirler. Yine gelecekler. Bu obur bizi bekleyecek olmasa da biz bekleyeceğiz. Diğerleri gibi…”
SON
Mehmet Berk Yaltırık
27 Mart 2018 – Edirne
Emel 262/263. Sayfa 51-69.