Resmî kayıtlarda 1927 yazmasına rağmen ben 1924 yılında Dobruca’nın Devşe[1] köyünde doğdum. Devşe Kırım’dan göçen Tatarların yerleştiği küçük bir köy. Bugünkü Romanya sınırlarındaki Mecidiye kasabasının kuzeybatısında yer alıyor.
Babam İbrahim İsmail 1891, Devşe; annem Acimelek Agali ise 1890 Köstel (Castelu) doğumlu.
Annem 11 çocuk dünyaya getirmiş. Bu çocuklardan 4’ü hayatta kalmış: Zebure (1923), ben (1924), Cemal (1936), Selahattin – Salih (1938). Diğerleri 40 günü doldurmadan hayatını kaybetmişler; meğer çocukların kalbi delik doğuyormuş.
Babamın annemle evliliği ikinci evliliğiymiş. İlk hanımıyla evliyken askere gitmiş. 5 sene askerlik yapmış. Bu arada hanımı kaynana evinde kalmayıp babasının evine dönmüş. Askerden döndükten sonra da boşanmışlar.
Babam bir gün Köstel’e geldiğinde köyün kızları cıyın[2] yapıyor, eğleniyorlarmış. Pencereden annemi görmüş, beğenmiş. Çok geçmeden annemi istetmiş ve evlenmişler. Annem ufak tefek, benim gibi zayıf bir kadındı. Otoriter, ciddi, tez canlı, tutumlu bir insandı.
Devşe sadece Tatarların yaşadığı bir Kırım Tatar köyüydü. Hiç Romen yoktu. Birkaç zengini vardı. Taşpınar’a (Siliştea) çok yakındı. Ben 5-6 yaşlarındayken ailece Taşpınar’a taşındık.
Babam cambazlık[3] yapardı. Tuna ötelerinden büyükbaş olsun küçükbaş olsun hayvan alır, Dobruca’da satardı. Siyaset ile yakından ilgilenirdi. Köylü Partisinin (Partidul Țărănesc) üyesiydi. Zamanının büyük kısmını bu parti işlerine sarf eder, toplantıdan toplantıya katılırdı. Parti toplantıları için sık sık Bükreş’e gider gelirdi. Sarışın, uzun boylu yakışıklı bir adamdı. Gençken Güzel İbrahim derlermiş.
Babamın babası İsmail 1833’te Kırım’da doğmuş. Bizimle birlikte aynı evde yaşardık. Bize Kırım’ın ne kadar zengin ve güzel bir ülke olduğunu anlatırdı. Ama Kırım’ın neresinden geldiğini ve tam olarak ne zaman Dobruca’ya geldiğini hatırlayamıyorum.[4] Babamın sülalesi için Tat dendiğine ve Taşpınar’da Kırım’ın güney kıyılarından gelen Tat’lar yoğunlukla yaşadığına göre o civardan gelmiş olması muhtemel. İsmail dedem Atatürk’ün öldüğü sene, 1938’de 105 yaşındayken Taşpınar’da vefat etti.
Ruslar Kırım’ı işgal ettiğinde memlekette yaşamak çok zorlaşmış. Dedemler Türk topraklarına göçmek zorunda kalmışlar. Denir ki evlerinden altınlarını bile alamadan yola çıkmışlar. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olan Dobruca’ya gelmişler ve devletin iskân ettiği köylere yerleşmişler.
Taşpınar[5]
Taşpınar bizim çocukluğumuzda da bir Tatar köyüydü. Giderek Müslümanların nüfusu çok azaldı. Romenler ve Bulgarlar da yaşardı köyde.
Okulumuz bahçe içinde büyükçe bir binaydı. Bir tarafında Romen okulu bir tarafında Tatar-Türk okulu vardı. Sabahtan Tatar okuluna giderdik. Eski Türkçe el yazısı öğrenirdik. Eğitim dili Türkiye Türkçesiydi. Öğleden sonra Romen okuluna geçer, diğer derslere devam ederdik.
Romenler dinimize çok saygı gösterirlerdi. Çarşamba günleri Romen arkadaşlarımızın din dersi olurdu. Cüppeli bir papaz gelirdi. Bir bakır kazan içinde su ve papazın elinde fesleğen olurdu, o fesleğeni ıslatıp çocukların üstüne serperdi. Romen çocuklar güneşe doğru dönerdi. Papaz bize de, siz kalkın kıbleye bakın, derdi. Kıbleyi bilirdi mesela.
Okulun tuvaletleri dışarıdaydı. Biz Müslümanı Hristiyanı bütün çocuklar aynı bahçede oynardık.
Türkiye yeni harflere geçince bizim okul da Türkiye’ye uyup müfredatını değiştirdi. Okuma yazma dışında din derslerimiz olurdu. Din derslerinde kızlar erkekler ayrı sınıflarda otururlardı.
Köyün imamı aynı zamanda okulumuzun da öğretmeniydi. Hocamız caminin bahçesindeki evde kalırdı. Akrabamız ve Dobruca’daki tanınmış din adamlarından olan Sait Osman bizim öğretmenimizdi.[6]
*
Annem ve bütün kardeşleri okumuşlar. 3 kız ve 3 erkek[7] kardeşlerdi. Aci-Veli ve Amdi dayımlar Mecidiye Müslüman Seminarı’nda da okudular ve hoca oldular. Eve Aci-Veli dayımın abone olduğu Emel dergisi gelir ve okunurdu. Emel o yıllarda da Dobruca’daki Türk ve Tatarların en önemli fikir kaynağıydı.
*
Romenlerin bize kötülük yaptığını görmedim. Baharda Paskalyaları olurdu bir de kışın domuz kestikleri bir bayramları vardı. Paskalyada qozanaq[8] yaparlar Tatar komşularına da dağıtırlardı. Ama biz domuz yemediğimizden, bize günah olmasın diye, gelir bizden kap alırlardı. Kendi kaplarına domuz yağı değdiği için bizim kabımızda ayçiçek yağı kullanarak qozanaq pişirirlerdi. Biz çocuklar da gider onların yanında fırında pişmesini seyrederdik. Yanına kırmızıya boyanmış yumurta koyup evimize getirir ve bize ikram ederlerdi. Biz de onların inanışına karışmazdık. Bu kadar saygılıydık birbirimize.
Köyde bir tarafta Tatarların mahallesi vardı, bir tarafta Romenlerin mahallesi vardı. Bizim evimiz Romenlerin mahallesine doğruydu.
*
Köydeki evimiz ve yaşantımız
Bugünkü gibi değildi. Kadının işi çoktu ve zordu. Sabun çiçek yağından kaynatılıp kalıp kalıp evde yapılırdı. Sabah kalkıp kadınlar ekmek yapar, yemeğini yapar, çamaşırını elde yıkar, badanasını dahi kendisi yapardı. O ağır kömür ütüsü ile ütü yapılırdı. İçinde mısır koçanı közü olurdu. Babamın beyaz gömleklerinin yakası ayrı, manşeti ayrı yıkanır, kolalanırdı. Parti işlerine gittiği için şık ve temiz giyinirdi. Kıyafetlerimizi kendimiz dikerdik.
Ablam çok becerikliydi. Koyun yününü demir tarakla tarayıp yün ayrılırdı. Yünü eğirip, büküp masuraya sarıp iplik yaptık. El dokuma tezgahında o iplikten kendimiz kumaş dokuduk. Babam o kumaşın boyasını, apresini yaptırdı ve o kumaştan işte bu resimdeki paltoları diktik.
Bence erkeklerin o kadar işi yoktu. Çalışmadıklarında köyde kahvede otururlardı.
Babam iki odalı bir salonlu, çatısı kiremitli yeni bir ev yaptırmıştı. Köydeki evlerin damları taştan topraktan iken bizimkisi yeni usul kiremitli idi.
Evin önünde sundurma vardı. Aşqanamız[9] dışarıda hemen evin karşısındaydı. Bir misafir gelse hemen kümesten bir tavuk kesilip yolunur, sac yağı üstüne yerleştirilen tencerede pişirilip ikram edilirdi.
Evde peş[10] vardı. Hem evin ısıtmasını sağlar hem de ekmek yapımı bu peşte olurdu. İçinde odun ve tezek yakılırdı. Sonradan kuzina geldi.
Ahırda ineklerimiz vardı. Bu ahırın arkasında tezek hazırlanırdı. Dışkılar kurutulur, armantaşla[11] ezilip düzleştirilir, paket paket kesilir, tuğla gibi istiflenir ve yakacak olarak saklanırdı.
Yemek büyük, ortasından katlanabilen yer sofrasında yenir. Altına yaygı serilirdi. Önce dedem yemeğe başlar sonra annemler ve küçükler yemeğe başlayabilirdi. Yemek ortaya tek tepsiyle gelirdi.
Odalarda sedirler vardı. Sedirlerin üzerinde içi saman dolu kadife yastıklar. Üzerinde de patiskadan kenarları dantelli yün minderler dururdu. Kireçle boyanmış beyaz duvarlarda beyaz raflardan danteller sarkardı. Duvarda karyolanın arkasında bir halı asılı dururdu.
Yer yatakları sabah sandıkların üstüne yığılırdı. Peçin arka tarafında bir dolabımız da vardı. Banyo şılapşıda[12] yapılırdı. Peş arqası, amamlıqtı.[13] Kovayla yıkanılan, öyle musluğu tesisatı olmayan, küçük bir banyoydu. Peş üstünde suyu ısıtır kovadaki suyla yıkanırdın.
Evler geceleri gaz lambasıyla aydınlatılırdı. Suyumuz kuyudan kullanılırdı. Çıkrıkla su çekilirdi ama beni kuyudan su çekmeye göndermezlerdi. Etler serin dursun diye kuyuya sarkıtılıp saklanırdı. Çok geçmeden pişirilir ya da kavrulur saklanırdı.
Bir at arabamız vardı. Ata da binerdim. Tatarlarda kızlar da erkekler de ata binerdi. Ata binmek bizler için çok doğal, sıradan bir işti. Şimdi soruyorlar, nasıl öğrendin, diye. Öğrenilecek bir şey değil ki, atın üstünde doğup büyüyorsun zaten.
Kız çocuklar paçavradan yapılmış bez bebeklerle oynar, erkekler beş taş oynardı. Tatar, Türk, Romen hepimiz birlikte oynardık.
*
Adetler ve Bayramlar
Ramazanda gençler temeşte[14] (sahurda) ellerine bir ağaç dalı alır sokak sokak, ev ev dolaşır bağıra bağıra şeramazan[15], mani söyler ve köyü sahura kaldırırdı. Gençlerin ellerindeki dala hediye olarak mendil, gömlek bir şeyler bağlanıp, asılırdı. Kimisi para verirdi.
Temeş vakti şöyin kazanda[16] çibörek pişirilir, köbete, hamurişi yapılırdı. Türkiye’de Tatarların yapmadığı çibörekler birşeye benzemiyor. Bugün mantıcıda çiğbörek diye yapıyorlar ama ticari olunca tadı olmuyor. Çiböreği Tatar yapmalı ki lezzeti olsun.
Bayramda çocuklar kapı kapı dolaşır yemiş, para toparlardı. Erkek çocuklar ellerinde torbalarla bütün köyü dolaşırdı, biz kızlar katılmazdık.
Hıdırellez’de Murfatlar’a at arabasıyla tepreşe[17] giderdik. Süslü, desenli katolaylar[18] vardı. Qalaqaylar[19] yapılır, herkes bir şeyler getirir. Şarkı, türkü eğlenirdik. Güreşler yapılırdı.
Nevruz da kutlanırdı ama rahmetli babam pek kutlamak istemezdi Nevruzu. Romenler de o zaman bir merasimle kuyuya bıçak atar, kendilerince kutlarlardı.
Romanya’da kurban bayramlarında, herkesin kendi evi önünde, kimisi birleşip dana keser, çoğusu koyun keserdi.
Taşpınar’da düğünlerde büyük bir salonda masa mare[20] kurulur. Yemek yenir, herkes yemekten sonra masaya para bırakır, yeni evlilere destek olunurdu. Toquz[21] hazırlanır, üstüne çevre, çorap asılırdı. Romenlerle karışık evlilik yapılmazdı. Anası babası evlendirirdi, çocuklar mutlu olurdu. Hiç boşanma olmazdı.
*
Biz çocukken doğal beslendik. Mesela Dobruca’nın koyunlarının eti çok lezzetli olurdu. Evimizi özlediğimden herhalde, Türkiye’ye ilk geldiğimde yediğim etler hep lezzetsiz gelmişti bana.
Köstel’de üzüm bağımız ve bahçelerimiz vardı. Üzümler toplanıp bağdan satılırdı. Romen komşular bunları ezip şarap yaparlardı. Kara erikten de şarap yaparlardı.
Annemin babasının (Ömer) kardeşleriyle işlettiği mandırası vardı. Sayısız koyun vardı. Tahta fıçılarda peynirler yapılırdı. O büyük, güzel yağlı koyun kuyruğu bütün pişirilirdi. İsmail Dedem o kuyruğu et niyetine yerdi. Şimdilerde “yağlı yersen şöyle zararlı, böyle zararlı”; diyorlar. Hadi canım… dedem ilaç bile almadan 105 yaşına kadar yaşadı.
*
Hasan dayım Türkiye’ye göçmezden evvel Eskişehir’e gelmiş ve yerimiz olsun diye tarla almış. Şimdiki havaalanının arazisinde tarla ve istasyonun yakınında da iki ev almış. Yabancı uyruklulara doğrudan toprak satılıp da tapu verilmiyormuş. O nedenle tapuları Eskişehir’de yaşayan dayısının çocukları üstüne yapmış. Ama aradan zaman geçmiş akrabaları ölmüşler ve onların varisi çocuklar bu meseleden haberdar değilmiş. Mal mülk öylece gitmiş. Tarlanın bir kısmı 35.000 TL’ye istimlak edilmiş. O zamanlar İstanbul’da 1.000 liraya iki üç katlı ev alınıyordu. Dünya malı dünyada kalıyor. Artık öte tarafta anlaşsınlar.
Türkiye’ye göç
Herkes büyük bir savaşın patlayacağını konuşuyordu. Evvela Almanlardan kaçan Polonyalılar Dobruca’ya geldiler. Bizim köye de geldiğini hatırlıyorum.
Babam ileri görüşlü bir insandı. “Savaş Romanya’ya da sıçrayacak, Ruslar buraları istila edecekler. Dedelerimiz Rus zulmünden kaçıp buraya geldiler. Şimdi burada yaşamak bize de mümkün olmayacak”, dedi.
Babam kardeşleri ve akrabaları ile bir araya gelip Türkiye’ye göç fikrini tartıştılar. Pek çoğu karşı çıktı. Buradaki malını mülkünü bırakıp nereye gidiyorsun, dediler. Vazgeçirmeye çalıştılar.
Babam sonunda kararını verdi ve kalanlara “Buradaki malınız mülkünüz bir işe yaramayacak. Ruslar gelecekler ve Tatarlara yine rahat vermeyecekler. Sonra üstünüzde sadece elbiseniz olduğu halde Türkiye’ye gitmek isteyeceksiniz. Ama ona da izin vermeyecekler” dedi. Öyle de oldu ya…
Cihan savaşından önce Atatürk Romanya ile anlaşmıştı. Gülcemal vapuruyla muhacirler taşındı, Türkiye’ye yerleştirildi. Çok insan geldi. Yalova’dan, Şarköy’den, İstanbul’un dışlarında boş yerlerden küçük küçük arsalar tahsis edildi. Biz o anlaşmaya dâhil olmamışız. Kendi imkânımızla 1940’ta serbest göçmen olarak geldik.
Babam, köye gidersek oğlum çoban olur; kızım da bir çobanla evlenir. Devlet bizi bilmediğimiz bir köye yerleştirecek. Ben isterim ki çocuklarım şehirde otursun, dedi. Böylece kendi çabasıyla göç edip İstanbul’a yerleşmeye karar verdi.
Geride kalan canım evimizi ve topraklarımızı satamadık. Öylece bıraktık. Biriktirdiğimiz altınları yanımıza alıp düştük göç yoluna. Tatarın kaderinde göç varmış. Babam bütün pasaport, göç izni, vize işlerini takip edip halletti. 15 gün kadar Köstence’de Sait Osman dayının evinde misafir kalıp vapur bekledik.
31 Aralık 1940’ta Köstence limanına akrabalar doluştular. Ağlayarak bizi uğurladılar. Akşam Transilvanya yolcu gemisiyle Türkiye’ye hareket ettik, sabah sekizde İstanbul boğazı görünüyor, dediler. Ben bu kadar çabuk geleceğimizi sanmıyordum. Bu gemiden sonra göç yolu da kesildi. Akrabalarımız Romanya’da kaldı ve biz Türkiyemizde yeni bir hayata başladık.
*
Türkiye’deki yaşam
Kasımpaşa’da, Hacı Hüsrev mahallesinde bir akrabamızın iki odalı, eski tahta evinde iki gece kaldık. Kötü bir mahalleydi. Şimdiki gibi herkes bir dairede oturmazdı. 4 göz odalı bir ev varsa oraya dört aile sığardı. Boşalan iki odalı eski ahşap bir eve kiraya çıktık. Dobruca’da evler taştan, kerpiçten olurdu. Ahşap yapılarda mısır saklanırdı. Bu evlere bakıp, kuru mısır gibi, bu dökülen evde mi yaşayacağız, diye şaşırıp üzülmüştüm. Ama Allah’a şükür, zaman içinde çalışıp evimizi de güzelleştirdik. Hayatımızı da.
Babam hayvancılıktan anladığı için mezbahaya girdi orada çalıştı. İki erkek kardeşim (Salih ve Cemal) ve bir ablam (Zebure) vardı. Ablam da ben de işe girip çalıştık. Bir tekstil fabrikasına gittim. Yaşım küçük olduğu için almak istemediler. Fabrika Musevi bir işadamınındı. Yine Musevi bir ustabaşı kadın benimle konuştu ve başarılı olacağıma inandığını söyledi ve işe aldırdı. Daha 16 yaşındaydım. Çıraklık yaptım. Askere giden desinatörün yerine beni geçirdiler. Orada da başarılı oldum. Sonra kontrol memuru oldum. 20 yaşını geçmiştim, 1948’de hayat arkadaşım ile evlendim; öylelikle işten ayrıldım. Aynı fabrikada çalıştığımız, İnebolu’nun Evrenye, Güde köyünden Ahmet Bolbol ile aile kurduk. Çalışkan, mülayim, dürüst, dünya iyisi bir adamdı. Dişimizle tırnağımızla artırıp gün gördük.
1949’da babamı mide kanserinden kaybettik. O zamanlar sigortalılık yoktu, 50’den sonra çıktı o işler. İlerleyen yıllarda Ahmet kendi işimizi kurdu, dokumacılık yaptı. Aile işletmemizde beni de Bağ-Kur’lu yaptı da o şekilde sigortalı oldum.
Biri kız, biri erkek iki çocuğumuz oldu: Ayşe (1949) ve Suat (1952). Onlar da hayatlarını İstanbul’da Tatar eşleriyle birleştirdiler. Ahmet’i 2005 senesi kaybettim. Şimdi torunlarım (Serkan, Erkan; Elif, Kerem, Emre) ve onların çocukları (Çınar) ile büyük bir aileyiz.
*
Kardeşlerim de ilkokulu bitirdiler sonra onlar da çalışmak zorunda kaldılar. Savaş dönemiydi. Türkiye’de un yok, şeker hiç yok. Şeker yerine sarı kuru üzüm kullanılırdı. Ekmek karneyle satılırdı.
Biz köyümüzdeki küçük okulumuzda hayat bilgisini de din bilgilerini de çok iyi öğrendik. 1940’larda Romanya’daki Tatarların şartları ve hatta insanların hayat görüşleri Türkiye’dekinden daha ilerideydi. Mesela Tatarlar arasında kadın erkek arasında öyle çok seviye farkı olmazdı. Kadın sözü, erkek sözü birdi. Erkek ata binerse, kadın da binerdi. Erkek araba kullansa, kadın da kullanabilirdi. Bir karar verilecekse kadın erkek konuşur, birlikte karar alırdı. Elbette ev hayatında, köy hayatında kadının ve erkeğin yapacağı belli işler, görevler vardı. Ama bu birbirine üstünlük demek değildi. 40’larda Türkiye insanı daha o noktaya gelmemişti.
Türkiye’de hayat şartları zor olsa da geri dönmeyi hiç düşünmedik. Ama ömrüm olursa köyümüzü, evimizi görmek, kabristanda dua etmek isterdim.
[1] Devşe: (Türkçe: Devce, Romence: Gherghina). Bugün Köstence vilayetine bağlı ve nüfusu 30 kişiye kadar düşmüş bir Kırım Tatar köyü. 1899’da 46 Türk-Tatar ailesinin köyde yaşadığı nüfusun 299 olduğu kayıtlıdır. Marele Dicționar Geografic (1899) (Ö.K.)
[2] Cıyın: is. 1.Toplantı, 2. Eğlence toplantısı, 3. Toplantıda bulunanların hepsi, topluluk.
[3] Hayvan ticareti ile uğraşan kimse anlamında. Cambaz: is. Fars. (canbaz – canıyla oynayan; canını tehlikeye atan). Cambaz. Var. canbaz . 1. Akrobat. 2. At alıp satan kimse. 3. s. mec. Canlı, oynak (at). 4. s. mec. Kurnaz
[4] Anne tarafından dedelerinin 1860’larda Dobruca’ya geldiği ve İsmail dedesinin daha sonra geldiği biliniyor. Bu durumda 1870 civarında gelmiş olması muhtemel. (Ö.K)
[5] Taşpınar (Siliştea) 1852’de göçmen Kırım Tatarları tarafından kurulmuş. Göçmenler çiftçilik ile uğraşmışlar. 1877’de Osmanlı-Rus savaşından sonra bazı Türk ve Tatarlar Türkiye’ye göç etmişler. Bunların bazıları daha sonra geri dönmüşler. Köye ilk Romen yerleşimi 1866’da Barsa ve Vrancea’dan gelenler ile olmuş. Bunlar ise küçükbaş hayvancılıkla uğraşmışlar.
[6] Sait Osman dedem olur. Selvet Bolbol ve babam Saim Osman Karahan kardeş torunlarıdır. (Ö.K.)
[7] Saim Osman Karahan’ın aile tarihi notlarındaki bilgilere göre: Aci-Melek: Hacı Melek, d.1890;
Zılika: Zeliha, d.1871;
Sıdıka; Amdi’den büyük.
Aci-Veli: Hacı Veli, İmam. Köstel’den kopup şehir hayatını beğenip yerleşen ilk akraba. Yeniliklere, kimsede olmayan yeni şeylere çok meraklıydı.
Amdi: Hamdi, d.1909, İmam.
Asan: Hasan, d.1892. Sarı Asan derlermiş.
[8] Kozanak (Qozanaq): is. (Bg.>Rom.). Kek, tatlı çörek; pandispanya (İtal. pan di Spagna’dan). Rom. : Cozonac.
[9] Aşqana: Mutfak.
[10] Peş: is. (Rus. peç) Fırın. Var. peç. 1. Ekmek veya hamur yemekleri pişirmek için bahçe içine kurulan fırın. 2. Eski tip evlerde, yatak odasını ısıtmak için, ağzı yandaki hayat denilen odaya açılan, fırın şeklinde yapılmış soba.
[11] Armantaş: is. Taştan yapılmış harman tokmağı.
[12] Şılapşı: is. Banyo teknesi; büyük leğen.
[13] Peş arkası – “Peş” ile bir yan duvar arasında kalan yer. (Ön tarafına kapı yerleştirilip “amam”, yıkanma yeri haline de getirilen bölme).
[14] Temeş: is. (Ar. temcid) Din. Sahur. Var. temçit, temĭş. 1. Ramazan ayında oruç tutanların gün doğmadan önce yedikleri yemek. 2. Bu yemeğin yendiği vakit.
[15] Şeramazan is. (Ar. şehr- “ay” + Ramazan) Ramazan ayı ilâhisi; Ramazan ayında, geceleri gençler tarafından evleri dolaşarak söylenen ilâhilerin adı. Var. şeremezan.
“Şeremezan ayta keldĭk şoşı baynıñ eşıgĭne, / Ak pamıktay, kök pamıktay bĭr bala tuwsın beşĭgĭne.” – (Boztorgay).
[16] Şöyĭn: is. (Rus. çugun) Dökme demir.
[17] Tepreş: is. Ar. (teferruc). Teferrüç. Var. tepreç. 1. Kır gezintisi. 2. Türk dünyasında, ilkbahar bayramı; Dobruca Tatarlarınında eskiden Hıdrellezden sonra gelen ilk Cuma günü iken, günümüzde Hıdrellezden sonra ilk resmi tatil gününde, bütün yöre halkının bir araya gelmesiyle kutlanır.
[18] Katolay: 1. is. Sandığı renkli resimlerle süslü, dingilleri hoş sesler çıkaran, ziyaret, gezi, düğünlerde kullanılmak üzere yapılmış at arabası.
[19] Qalaqay: is. 1. Mayasız hamurdan yapılan, tereyağlı veya tereyağsız, çabuk bozulmayan, tepreç, kıdırlez
gibi kır şölenlerinin vazgeçilmez yiyeceği olan lezzetli bir ekmek çeşidi. 2. Yufka; böreklik yaprak hamur.
[20] Masa mare: (Rom. büyük masa) Düğünün son gününde yeni evlilerin şerefine tertiplenen, davetli kimselerin katıldığı yemekli, takı ve hediye verme töreni.
[21] Toquz: s. ve is. Dokuz. Var. dokuz, dokız, tokız. 1. is. Dokuz sayısı; sekiz ile on arasındaki doğal sayı. 2. is. Bu sayıyı gösteren rakam. 3. s. Bu sayı kadar olan. 4. Düğünlerde veya güreşlerde verilen, dokuz parça eşyadan meydana gelen bir hediye.
Emel 262/263 Ocak-Haziran 2018. sayfa 40-50.