1983 yılında Kırım Türklerinin Millî Mücadelesi’nde bir bayrak olan Emel Dergisinin neşir görevini, Emel ailesinin yeni nesili olarak devraldıktan sonra, temel hedeflerimizden biri 18 Mayıs 1944’de Vatan Kırım’dan sürgün edilen kardeşlerimizin mücadelesine dikkatleri çekmek olmuştu. Sürgün faciası ve mücadele hakkında yazdığımız yazılarla, konuşmalarla kamuoyunun ilgisini ve desteğim bu mazlum insanlara çekmeye çalışırdık.
Ama sürgünün dehşetini, masum ve mazlum insanlardaki korkunç tahribat ve tesirini, gerçek boyutlarıyla ve gerçek manada idrak etmem, 1989 yılında oldu. O yıllarda eski SSCB’nden nadir de olsa Kırım Tatarları Türkiye’ye gelmeye başlamışlardı. Arire Nezetli de ilk gelenlerden birisiydi. 1989 yılı Haziran ayında Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği İstanbul Şubesi’nden bir grup arkadaş Safiye Nezetli’nin evine, Arire Nezetli’ye hoşgeldiniz ziyaretine gittik. Bizlere Kırım’dan bambaşka esintiler getiren, Kırım’ı bir başka gözle görmemizi sağlayan, Kırım ve Kırım sevgisiyle dopdolu Safiye Nezetli’nin evine yaptığımız bütün ziyaretler, Safiye teyzemizin bizlere ikram ettiği birbirinden nefis ve her seferinde değişik yemeklerin yendiği ve daima Kırım ile dopdolu geçen ziyaretler olur. Arire Nezetli için gittiğimiz o akşamda o evdeki tadına doyumsuz ve asla unutamayacağım Kırım akşamlarından biri olarak devam ediyordu. Nefis yemekler, sürgünden dönmeye mücadele eden insanlarımız, genel mücadelemiz ve Kırım’ın geleceği hakkında sohbetlerin ardından her zamanki gibi önce neşeli, sonra hüzünlü Kırım yırları yırlamaya başladık. Arire Nezetli de gözlerinin içinde pırıltılar, yüzünde tatlı bir gülümseme ile ve son derece mutlu bir şekilde bizleri seyrediyor, zaman zaman mırıldanarak yırlarımıza eşlik ediyordu. Tam karşımda oturduğu için sürekli ona bakıyor, yüzünden ve gözlerinden bana da yansıyan mutluluğu paylaşıyordum.
Arkadaşlarım “18 Mayıs gecesinde prikaz okundu” sözleriyle başlayan sürgün yırını söylemeye başladılar. Gözlerim o anda Arire Nezetli’nin yüzündeydi. Ben de şarkıya başladım ama “18 Mayıs… ” dedim arkasını getiremedim. Sürgün yırı olmasına rağmen bizim sesimizde, o andaki ruh halimizde neşe hakimdi. Ağzımızdan çıkan “18 Mayıs…” sözleriyle birlikte bir insanın yüzündeki ifadenin böylesine değiştiğine hayatımda ilk defa tanık oldum. Bu değişim bir saniye bile sürmedi. Bir anda Arire Nezetli’nin yüzündeki mutluluğun yerini dehşet, gözlerindeki pırıltıların yerini, çekilen acılar ve üzüntülerin yüzünde yer ettirdiği derin çizgilerden aşağı süzülerek inen gözyaşı seli almıştı. Az önce mutluluk yansıtan bu yüzde bu derin çizgiler de yoktu. Bir an yüzünde beliren bu çizgilerin, tıpkı yağmur sularının ve sellerin dümdüz, verimli ovalarda, sarp ve çiçeklerle dolu yamaçlarda meydana getirdiği dereler gibi, yıllardır gözlerinden akan yaşlar tarafından meydana getirilmiş çizgilermiş gibi geldi. Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti. Sanki zamanla birlikte her şey durmuştu. Şarkıyı söylemeye devam eden arkadaşlarımın sesleri bir uğultu ve vagonların gıcırtısı gibiydi. Sadece ağızları açınıp kapanıyor, dudakları bir şeyler mırıldanıyor gibiydi. Orada var olan ve yaşayan, hareket eden Arire Nezetli’nin göz yaşları ve yüzündekilerdi; sonsuz, ıstıraplar, tarifsiz işkenceler, masum ve mazlum insanların uğratıldıkları haksızlıklar ve bu haksızlıklara duyulan büyük isyan ama bir şey yapamamanın öldüren çaresizliği, hayvan vagonları, vagonlardaki sefalet, kuruyan bir pınarın başında kurumuş ve kavrulmuş bir çiçek gibi, annesinin kurumuş memesinden gelmeyen ve bir daha da gelmeyecek sütü beklerken ölmüş bebek, sıcaktan kokmuş anaların, babaların, kardeşlerin, halaların, teyzelerin cesetleri, ufukta sisler arasında kaybolan demiryolu, hızla geçen trenler, tren penceresinden birbiri ardına geçen direkler ve bu direklerin dibinde kimisi yatmış kimisi direklere yaslanmış ölüler, direklerin tepelerinde akbabalar, az ötede tepenin üstünde dilini yalayan çakallar, bir gün değil, iki gün değil, bir hafta değil, 20 gün, 25 gün, 30 gün, bazen daha fazla süren yolculuk, sıcak, pislik, bit, açlık, ölüm, susuzluk, masumiyet, haksızlık, isyan, sabır, korku… Kısaca 18 Mayıs sözünün Arire Nezetli’de hatırlattığı her şey, onun gözlerinden akan göz yaşlarıyla damla damla bana aktı.
Gözlerimden beliren yaşlarda elbette Arire teyzenin ve onun gibi binlerce masum Kırım Tatarının 18 Mayıs 1944 sürgününde yaşadıkları tam tamına yoktu. Ama onların çektiklerim ilk defa böylesine derinden hissetmiş, bir an için onlarla beraber o dehşet günlerini yaşamış gibi olmuştum. Benim göz yaşlarımda daha çok isyan vardı. Haksızlığa duyulan isyan. Kendimi suçsuz yere zindanlara atılmış ömrünün son günlerinde gün ışığını görmüş, ama ömrü heba olmuş bir insan gibi hissettim, ilk defa gerçek manâda sürgünü yaşamış gibi hissettim. Tanrım ! Şimdi yazarken bile düşünmesi korkunç. Ya yaşanması. Düşününce, gerçekten hissederek düşününce dayanması güç, ya yaşarken dayanması.
O günden beri hiç bir Kırım Tatarına, sürgünü yaşamış Kırım Tatarına sürgün hatıralarını sormaya cesaret edemiyorum. Eğer sormam gerekiyorsa bu ya Emel Dergisi için ya da TRT için hazırladığım Kırım Belgeseli için oldu. Elbette bu sürgünü kağıt üzerinde anlatmak sürgünün dehşetini bütün boyutlarıyla okuyucuya aksettiremiyor. Kırım Belgeseli’nde de sürgünün her yönünü anlatmak mümkün olmadı. Zaten tek bir programla olması da mümkün değil. Bunun için yüzlerce, binlerce film yapılmalı, yüzlerce binlerce roman yazılmalı. Çünkü sürgünü yaşayan her bir Kırım Tatarının başından geçen başlı başına bir film, bir roman konusu. Gelecek nesillerin bilmesi, insanlığın asla bir daha böylesine facialara tanık olmaması için bu insanların hatıraları derlenmeli. En ince teferruatına kadar bilinmeli.
Arire Nezetli’den sonra geçtiğimiz yıla kadar sadece üç-dört Kırım Tatarının sürgün hatırasını dinledim ve teybe kaydettim. Ama yoğun olarak bu insanlarla sürgün hakkında 1993 yılı yazında Kırım Belgeseli’nin çekimleri sırasında konuşmak mecburiyetinde kaldım.
Cengiz Dağcı’nınn Gelinkayası’nın hemen altında kurulan Kırım Tatar çadırşehirinde çekimdeyiz. Cengiz Dağcı’nın aynen tasvir ettiği gibi. Ge-linkayası, hemen altında bağlar, biraz aşağıda Kızıltaş köyü ve onun aşağısında Gurzuf. Pırıl pırıl güneşli bir gün, masmavi Karadeniz ve onun serin sularında yüzmeye hazırlanan Ayuvdag.
Çadırşehirde bitmiş tek bir ev bile yok. Bir ağacın altına kurulmuş bir çadır, 15-16 yaşlarında bir genç ve bir kadın gözümüze ilişti. Yaklaştık selâm verip kendimizi tanıttık. Yemek yapıyordu. Çadırının yanında astığı tenceresinde patates yemeği pişiriyordu. Gerekli görüntüleri aldıktan sonra sürgün günlerini anlatmasını istedik. Anlatmaya başladı Fatma Şevket. Sürgün günü 18 yaşındaymış. Eliyle işaret etti. 500 m. aşağıda duran ev onların eviymiş. Şimdi evlerinde üç Rus ailesi yaşıyormuş. Evini ziyarete gitmiş, görmek istemiş, bir aile razı olmuş diğerleri göstermemişler evini. Şimdi evinin hemen yukarısında dedesinin bağına ev yapıyor. Çadırda yaşıyor. Kızıltaş’dan, evinden sürgün edilirken az önce sağdığı ineklerini düşünmüş. Ahırda bağlı kalırlarsa acıkırlar, memeleri sütle dolar, sana verir diye aklına gelmiş sürgüne giderken, halkıyla birlikte belki de sonu ölüm olan yolculuğa çıkarken. Ne temiz, ne saf bir yürek Tanrım diye düşündüm, ineklerimizi köyün sürüsüne katan annem aklıma geldi. Köyümüzde geçirdiğim tatlı çocukluk hatıraları geldi. Belki başkalarına garip, saçma veya önemsiz gelebilir. Ama ölüme giderken, sürgüne giderken, 18 yaşında bir genç kızın ineklerini düşünmesi ve onlar için kaygulanması… Anlatılır gibi değil… Sarsıldım… Yüreğimdeki sızı yine başladı. Zaten Arire Nezetli’den sonra hep vardı ve ne zaman bu insanları düşünsem ortaya çıkar.
Çadırda yaşayan, gözleri az aşağıda duran evlerinden ayrılmayan ve durmaksızın ağlayan, zaman zaman boğazına sözcüklerin düğümlendiği Fatma Şevket’i dinlerken dayanamadım sırtımı döndüm. Ağlayan yalnızca ben değilmişim. Fatma Şevket değilmiş. Kırım Belgeseli programında görev almış bütün arkadaşlarımın gözleri yaşlıydı. Oraya toplanmış Çadırşehir sakinleri ağlıyordu. Gelinkayası ağlıyordu. Kızıltaş ağlıyordu. Gurzuf ağlıyordu. Ayuvdag şanslıydı. Onun ağladığını göremiyordum. Kafasını Karadeniz’e sokmuştu ve gözyaşları, Karadeniz’in mavi sularıyla karışıyordu.
Aynı şeyleri İsmet Bekirova’yı, Battal ağayı, İsa Abkadir’i, Nazmiye İbrahim’i, Şerife Ömerova’yı, Talât Ahmet’i, Mahfure Cemil’i, Fatime Küçükkızı’nı, Cemile Şaban’ı ve diğerlerini dinlerken de yaşadım. Onları dinlerken her birinden sürgünün bir başka boyutunu hissettim. Sürgün faciasını, dehşetini gerçeğe yakın derecede idrak ettim.
Çekimler benim için zor oldu. Montaj günleri de zor oldu. Tanıdığın, konuştuğun, ellerini öptüğün bu temiz, tertemiz ve masum insanların yaşadıklarını, çektiklerini hatırlamak, onların bunlarla sürekli yaşadığını bilmek… Benim hayatımın gündelik problemleri ve gündelik meşguliyetlerinden fırsat buldukça hatırladığım ya da belgeseli hazırlarken, birisine anlatırken veya Emel Dergisine yazı hazırlarken hatırlamak durumunda kaldığım ve hatırladığımda dayanamayacağımı hissettiğim, 18 Mayıs sürgün faciasında yaşananlara ve uğratılan haksızlığa dayanarak bugünlere gelmiş bu insanlara hayranlığım ve saygım sonsuzdur, insan ömründe hiç yaşanmamasını istediği günler vardır. Günleri geri almak yeni baştan yaşamak ister. Mümkün olmayacağını bilmeme rağmen istiyorum. 18 Mayıs faciasının hiç yaşanmamış olmasını. Her zaman da isteyeceğim. Biliyorum, bu mümkün değil, biliyorum bu yaşananları hiç yaşanmamış kılmak, ölenleri geri getirmek mümkün değil.
Ama mümkün olan şeyler de var. İnsan olarak yapabileceklerim var. Türk olarak yapabileceklerim var. Kırım Tatar olarak yapabileceklerim var. insanlık borcum var, din borcum var, namus borcum var. Bu insanlara, bu millete, Vatan Kırım’a.
Sürgün faciasının 50 yılındayız ve halâ borcumuzu ödemedik Vatan Kırım’a. Ağlamak kaderimiz olmamalı.
Şimdi bu insanların çoğu çadırlarda veya yarısı bile tamamlanmamış, normal hayat şartlarının yakınına bile uğramamış ev bile diyemeyeceğimiz yerlerde yaşıyorlar. Ya da Vatan hasretiyle sürgünde.
Ulviye Salavatova’nın yırına kulak verelim. Onun Gelinkayası’nın hemen altından yükselen sesine kulak verelim:
“Tur arkadaş! Bir sıraya Vatan içün küreşke Hepimizin boyun borcu Yurtnu talep etmeğe | Haydin ! haydin! Bir turayık biz! Vatana qaytmagance Toktamayız biz!” |
Zafer Karatay, “Sürgün Faciasını Yaşayanları Tanımak”, Emel, sayı 202,1994. S.1-8.