Bazı Hatıralar

BAZI HATIRALAR

Cafer Seydahmet KIRIMER

 

İSTANBUL’DA KIRIM MÜSLÜMANLARI CEMİYETİ :

Öğle yemeğini otelde Osman Kemal, Hamdi (Ataman) ve diğer bir iki arkadaşla 

birlikte yedik. Bunlar bana, benim İstanbul’a gelmeme kadar Türk matbuatında Kırım hakkında çıkan yazılardan ve Hamdi’nin Kırım’dan gelmesi akabinde burada kurdukları “Kırım Müslümanları Cemiyeti”nin faaliyetinden bahsettiler.

Kırımlılar Cemiyetinin matbuatta neşrettiği beyanname 2j Mart 1918 tarihli ve 7585 sayılı İkdam’da basılmış olduğuna göre Cemiyetin de bu tarihlerde kurulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Cemiyetin ilk kurucuları Osman Kemal reis, Bekirzâde Hamdi ve muallim Mahmut Ekrem reisvekili, Şevki Bektöre umumî kâtip, Bekir Muhittin veznedar; Feyzi, Sudî, Nurettin, Hüsamettin, Mehmet Kahraman Beyler de idare heyeti azalan idiler.

BASINDA KIRIM İÇİN YAZILAR :

Türk matbuatının candan alâkasını ve Kırımlı kardeşlerimizin kalplerin de yurt sevgisinin canlı bulunmasını öğrenmek beni son derecede sevindirdi.

Osman Kemal Beyden, çıkan neşriyatla ve Kırımlılar Cemiyeti’nin idare heyeti ile tanışmak istediğimi söyledim ve bunu acele temin etmesini rica ettim.

21 Nisan tarihli İstanbul gazeteleri benim gelişime dair haberler neşrettiklerinden, yemekten kalkar kalmaz ziyaretçiler ve gazetecilerle görüşmem başladı.

Bu bahse geçmeden evvel, benim İstanbul’a gelmeme kadar matbuatımızda oldukça neşriyat yapıldığını, bizim Kurultay’ın toplanmasından, hükümetimizin kurulmasından, Bolşeviklerle yaptığımız harplerden, mağlûbiyetimizden ve halkımızın uğradığı, facialardan bahsedilmişti. Faraza 22 Mart 1918 tarih ve 10182 sayılı Sabah gazetesinde Kırım Müslümanları başlığı ile çıkan bir makalede Bolşeviklerin Kırım’da yaptıkları zulümlerden nefretle bahsediliyor ve “Çarlık, Kırım Müslümanlarını vaktiyle bizden ayırdı. Halkın hissiyatı üzerinde senelerce vasî bir dehşet ve zulüm politikası takip etti. Fakat hiç bir zaman kalplerden hissi irtibatı koparamadı.” diyor ve hükümetin “Kırım’ın yardımına koşması en yüksek heyecanla temenni ediliyor. 29 Mart 1918 tarihli 2408 sayılı Tasviri Efkâr’da da Kırım’dan kaçarak gelmiş olan askerlerimizin ve okumak için gelen iki talebemizin Kırım’ın fecî durumu hakkındaki beyanatları neşredilmişti.

 

Kırımlılar Cemiyeti’nin, hukukî ve siyasî esaslara dayanarak, Kırım istiklâl dâvasını savunan dört maddelik beyannamesi yayınlanmıştı.

2 Nisan tarihli ve 7595 sayılı İkdam’da “Kırım ve Ukrayna – Karadeniz’deki Limanlar’a dair” başlıklı uzun makalede etraflı olarak Kırım – Ukrayna münasebeti incelenmiş ve makale “Her halde her milletin kendi mukadderatını bizzat tâyin etmesi esası mevcut iken Ukrayna’nın Kırım üzerinde iddiayı hukuka katiyen hiç bir salâhiyeti yoktur.” cümlesi ile bitmekte idi.

İstanbul basını o devirde Kırım meselesine o kadar ciddî alâka gösteriyordu ki yalnız Türkiye’de duyulanları değil Avrupa basınından, hattâ Türk illeri neşriyatından ele geçenlerden de iktibaslar yaparak Kirim haberlerini yaymağa uğraşıyorlardı. Faraza, 23 Nisan 1918 tarih ve 7616 sayılı İkdam gazetesi, Taşkent’te neşredilen Uluğ Türkistan gazetesinde çıkan Kırım faciası makalesini neşretmişti. Türkistanlı kardeşlerimiz sağlam Türk sezişi ile bu yazılarında “Kırım facialarının, içtimaî Bolşevizm hareketinden ziyade Rus millî taassup ve taarruzu neticesi” olduğunu tespit etmişlerdi. Daha sonraları Kirim Türklerini açlık, sürgün ve imha ile Bolşeviklerin Kırım’ı “bu muzır unsurdan” temizlemeğe çalıştıklarını ve İkinci Aleksandr’ın tavsiyesini yerine getirdikleri görülecek ve Türkistanlı kardeşlerimizin teşhislerinin doğruluğu katiyetle anlaşılacaktır.

O devirdeki basınımızda Kırım hakkında çıkmış olan yazılardan ancak bir ikisini kaydediyoruz. Bu neşriyat toplansa, hiç şüphesiz, bir ciltlik bir eser olabilir… Bu ciddî ve umumî alâkanın kuvvetini beni görmeğe gelen gazeteci kardeşlerimizin sayısının çokluğu, bana sordukları sorular ve aldıkları, notlardan anlamakta ben de gecikmedim. Buğundan itibaren İstanbul’dan hareketime kadar hemen her gün gazetelerde beyanatım veya hakkımda yazılan haberler neşredildi.

Ziyaretine gelmek lütfünde bulunan Yunus Nadi, Celâl Nuri, Ahmet Cevdet Beyler de hem sözleri ve hem de yazılan ile bana çok kuvvet verdiler. Gazetelerde çıkan beyanatlarını burada hülâsa etmem bile kabil değil… Bunlar umumiyetle Rusya’nın durumu, Ukrayna ile olan münasebetimiz, Bolşeviklerin sözleri ile hareketlerinin birbirini tutmaması, tedhişi, zulmü, imhayı esas tanımaları hususlarına müteallikti. 23 Nisan tarihlî ikdam gazetesinde çıkan uzun beyanatımdan bir cümleyi kayıttan kendimi alamadım. Bu cümleyi hem Kırım Türklerinin Türkiye’ye bağlılıklarını tebarüz ettirmelerinden ve hem de benim kanaatimi pek açık olarak belirttiğinden dolayı yazıyorum: “Bugün de, dün kadar, bütün Kırım Müslümanlarının emeli Türkiye hükümetine bir gaile olmayarak mümkün olduğu kadar hakikî bir mukarenet tesis etmektir.”

En korkunç bir faciada çırpındığımız günlerde, en ateşli devrimizde biz böyle düşünüyorduk: “Türkiye hükümetine gaile olmamak!..”

Hiç şüphesiz o devirlerde bizim Türkçülüğe ait kanaatlerimiz madde madde Tespit edilmiş değildi. Fakat tarihimizden, harsımızdan ve bizim Türkiye’de tahsilimizden kalplerimizde Türkçülüğün tabiî ve sağlam bir sezişi vardı. 

Türkiye’nin mukaddes bir temel olduğunu, bunun için çırpınmayan, onun korunmasını en kutsî dinî, millî borcu tanımayan bir Kırım Türkü yoktu.

ALİ BEY BAŞHEMBA’NIN ZİYARETİ :

Akşama doğru Ali Bey Başhemba beni ziyarete geldi. Enver Paşanın görüşmemizden ve bilhassa benim kanaatlerimi açık ve samimî ifademden çok memnun kaldığını ve Kırım’a yapılacak yardımın acele tahakkukuna çalışacağını bana bir daha bildirmesini söylediğini ve gözlerimden öptüğünü de tasrihle anlattı. 

Ben de Ali Beye, hiç de dilemediğim halde Paşaya biraz sertçe cevap vermemin kendisine olan büyük sevgimin neticesi olduğunu ve bizim gayemizin Türkiye ile sıkı bağlanmak olduğunu etraflıca anlattım, İttihat ve Terakki’nin hariçteki Türklere yaptığı büyük tesiri izah ettim. Türk inkılâbına kadar bizde Enver, Niyazi, Talât adlarının kullanılmadığını, bundan sonra ise her köyde bu adlarda üç beş çocuğun bulunduğunu söyledim ve Paşanın selâmlarından çok mütehassis olduğumu, candan hürmetlerimi bildirmelerini rica ettim.

Ali Bey bana çok terbiyeli, ince, zeki ve fazlasıyla ketum bir zat tesiri yaptı. İslâm meselelerini çok iyi kavradığı ve ciddî bir iman sahibi olduğu aşikârdı. Ben kendisini bir mücahit olarak, tanıdığımdan öylece muamelede bulundum. Zaten o sırada memuriyetinin mâna ve ehemmiyetini hakkiyle bilmiyordum. Onun bu samimiyetten, sadelikten ve bilhassa İslâm’ın geleceği hususundaki ciddî alâkamdan çok mütehassis olduğu anlaşılıyordu. Çok dostça ayrıldık. Kendisiyle İstanbul’da bulunduğum bugünlerde iki üç defa daha görüştüm ve her görüşmemizde aramızdaki dostluk ve kardeşliğin arttığını hissettim.

 

HAMDİ’LERDE :

Bugün o kadar çok hemşehri, mektep arkadaşım vesair ziyaretçi geldi ki, hakikaten pek fazla yorulmuştum. Akşam yemeğine Hamdi’lere davetli olduğumdan oraya gittik. Orada da bazı hemşehrilerle hep Kırım durumunu dertleştik.

Biz eve vardığımız zaman Hanife, mektep arkadaşı Melâhat’la bahçede idi. Fevkalâde zeki ve samimî ruhlu Melâhat bir iki dakika sonra acele telefon edeceği bahanesi ile bizi yalnız bıraktı, ilk defa Hanife ile yalnız kalmış oluyorduk. Ben de bundan istifade ederek kendisine karşı beslediğim ciddî alâkadan, harp zamanında kendilerinden haber alamamaktan duyduğum azaptan bahsettim, İsveç tariki ile kendilerine mektup gönderebilmek için uğraştığımı, Trabzon’da sıhhat haberlerini aldığım zaman duyduğum sevinci anlattım ve nihayet kalbinin serbest olup olmadığım anlamağa çalıştım.

Hanife, fevkalâde sıkılarak konuşuyor, geleceği hakkında daha bir karara gelmediğini zannettiğini, benim bin bir maceradan kurtularak gelmiş olmamdan sonsuz sevinç duyduğunu söylüyor, pederinin kendisinin doktor olması için tahsiline devam etmesi hakkındaki kararından pek memnun olduğunu hissettiriyordu. 

Hanife ne kadar mahcup, çekingen idi ise, Melâhat da bilâkis canlı, heyecanlı ve pervasızdı. Onun bu hali benim imdadıma yetişmişti. Biz bahçedeki büyük çınarın altında ayakta konuşurken Melâhat koşarak geldi ve: “Sizi daha fazla başbaşa bırakmayı tehlikeli buldum. Mamafih sizin hitabet kudretiniz hakkında o kadar kuvvetli sözler işittim ki her halde bu bir kaç dakikada siz saatlerce söylenecekleri söylemiş ve kim bilir belki de…”. Ben hemen: “Belki de yani…”  dedim. Melâhat, “Onu Hanife söylesin.” dedi. Hanife kızarmıştı ve: “Melâhat, Melâhat hiç de duramazsın… Senin şakaların bitmez…” dedi. Bu sözlerden ben Hanife’nin, Melâhat’la benim hakkımda görüştüklerini anladım ve Melâhat’a: “Çok korkarım ki sizin (Belki…) belli bile olamadı”, dedim. O da: “Evet, ben Hanife’yi pek iyi tanırım. Onun dili pek söylemez, fakat gözleri açık ve samimî olarak duygularım canlandırır. Ben artık Belki… ye lüzum kalmadığı kanaatindeyim.” dedi. Bu sırada bizi yemeğe çağırdılar…

Yemekten sonra, Hacı Emir Hasan Efendi, Kırım’da bizim vakıflar meselesi ile dinî işlerde aldığımız kararları sordu. Bütün Kırım vakıflarını merkezî bir idareye bağlayarak din adamlarımıza maaş tâyin etmemizi pek doğru bulmuş ve kadınların erkeklerle siyasî, içtimaî durumda müsavi haklara malik olmalarını kabul etmişse de miras meselesinde dinimizin hükümlerinin sarih bulunduğunu, kanaatine göre bizim bu hususta ileri gittiğimizi söyledi. Benim, rahmetli Çelebi Cihan’ın ye diğer, terakkiperver Kırım ulemasının ve bu meyanda kendisinin tahsil ettirdiği ve yetiştirdiği Özenbaşlı Seydahmet Efendi’nin kanaatlerini söylemem de kendisini ikna edemedi. Bu mesele hakkında İstanbul’daki meşhur ulemamızla görüşmemin her halde faydalı olacağı tavsiyesinde bulundu. Benim kendisine, bu meselede yalnız ilmin kâfi gelmeyeceğini, böyle kararlar verebilmek için inkılâpçı da olmanın lâzım geldiğini, Türkiye ulemasının en terakkiperver olanlarının bile bu ruhta bulunmadıkları hususundaki sözlerim de kendisini ikna edemedi. İleride bütün Rusya Müslümanları ulemasının toplanacağı bir kongrede bu meselenin müzakere edilerek bir karara bağlanmasını, her halde küçük Kırım’ın bu kadar mühim bir dinî esası kendi reyiyle halletmesinin doğru olmayacağı fikrini teyit etti. 

Bu ailede, o devir için bir istisna teşkil eden bir hususiyet vardı. Ailede her mesele açık ve serbest olarak münakaşa edilirdi. Hamdi’nin annesi, Hamdi, hattâ, genç olmasına rağmen Şakir de söze karışarak hepsi müsavatı doğru buluyor ve bir babanın evlâtları arasında kız, erkek diye böyle farklar bulunmasını reddediyorlardı. Bu konuşmada bulunan misafir hemşehrilerimizin yaşlıları Emir Hasan Efendinin fikrinde, gençler ve bilhassa kadınlar bize taraftar idiler.

Kırım’ın iktisadî gelişmesi hususundaki düşüncelerimizden Hacı Emir Hasan Efendi çok memnun oldu. Toprak meselesi hususundaki kararımızı, köylüyü kalkındırmayı esas tanımamızı, bütün memleket istihsal ve istihlâkini kooperatif yolu ile halle çalışma düşüncemizi, memleketin küçük sanayiini elimize almamız için sanat okulları açmayı kararlaştırdığımızı ve Bahçesaray’da bu yolda ilk adımı attığımızı candan takdir etti.

Bu gece de epeyce geç otele döndüm. Sabah erkenden ziyaretler başladı. Ben, Hamdi ile Osman Kemal’e Alman elçisini ziyaret etmek istediğimi söyledim. Kendisinden bir randevu istemeleri için sefarete telefon etmelerini rica ettim. Alman elçisi, ertesi günü sabahı saat 11’de beni kabul edeceğini bildirdi.

 

ALİ EMİRİ EFENDİ :

Bugün görüşmeğe gelenlerin sayısı büsbütün artmıştı. Bunlar arasında, yaşlıca, samimî ve edebiyata vukufu kuvvetle, mefkûreci, imanlı bir zat olan Ali Emirî Efendi ile tanıştığımdan çok memnun olmuştum. Kendisiyle epeyce uzunca konuştuk. Onun kitap aşkını ve bu sevgi ile neler topladığını sevinçle, takdirle dinledim. Bana bu görüşmede, bilhassa adımın Seyt Ahmet olmasından dolayı görüşmeye geldiğini, çünkü Kırım tarihinin dönüm noktalarında daima Seyt Ahmet’lerin rol oynadığını ve bu hususta bir makale yazacağını da bildirdi. Ve bir müddet sonra o sıralarda çıkarmakta olduğu Edebiyatı Osmaniye mecmuasında bu makaleyi neşrederek bana getirmek lütfunda bulundu.

 

ALMAN ELÇİSİ İLE GÖRÜŞME :

Saat 11 de Hamdi (Ataman) ile birlikte Alman sefaretinin geniş merdivenlerinden çıkarak büyük bir salonda oturduk. Bir iki dakika sonra da bizi elçi Kont Brensdorf kabul etti.

Bu mülakatta, hayatımda hiç bir zaman unutamadığım bir gaf yaptım. O sıralarda, bu gibi” şahsiyetlerle mülakatta bulunmadığımdan ve şarklı tevazuunun tesiri ile de bu hayata sürüklendim. Elçi bana, “Ekselans” diye hitap etmişti. Ben de Almanya’nın bu en meşhur diplomatını daha yüksek bir unvanla anmayı zarurî buldum, bir an bu kelimeyi aradım ve kendisine “Majeste” dedim. O biraz gülümsedi. Ben bu sıfatın ancak krallar hakkında kullanılacağını bilmiyordum. Biz inkılâp devrinin çocukları idik. Rus ve Ukrayna devlet adamları ile görüşmelerimizde bu kelimelere lüzum kalmamıştı. Bizim devlet adamlarımızla görüşmelerde bu unvanlar kullanılmıyordu.

Bu gafa rağmen, Brensdorf’un mülakatımızdan çok memnun kaldığı, Rusya, Ukrayna ve Kafkasya hakkında verdiğim malûmata kıymet verdiği anlaşılıyordu.

Benim Rusya’nın parçalanmasının yalnız Rusya’nın komşuları için değil, dünyanın geleceğinin huzura kavuşması bakımından zarurî olduğunu söylemem, panislavizm’den başka türlü kurtulunamayacağını, Rusların emperyalizmden ayrılamayacaklarını tasrih etmem Brensdorf’un açık tasvibi ile karşılanmıştı. Fakat onun üzerinde en ziyade durduğu mesele, Beyazların Bolşevikleri yıkacak kudrette olup olmamaları idi. Ben de o zaman acele ve kolay olmamakla beraber Beyazların Kızılları yıkacaklarına inandığımdan bu kanaatimi kendisine söylemiştim. Bütün bu mülakatta ancak bu bahiste söylediklerimden bazı notlar almıştı.

Brensdorf’la bu görüşmemden Almanların Bolşevikleri Rusya’yı yıkmak için tuttuklarını, uzun zaman için bir müttefik tanımadıklarım, hattâ bunları kendi durumları için tehlikeli addettiklerini anladım. Sonraları Kiev’de Beyazlarla, Milikof ve diğerleri ile bu hususta görüşmeleri ve Hetman Skoropadski’yi Rusya ile federasyon esasında anlaşma yolu aramağa sevketmeleri bu kanaatimi teyit etti.

ENVER PAŞA’NIN BANA YARDIM TEKLİFİ :

Bugün öğleden sonra, Şerif Bey adında zeki, kibar bir subay beni görmeğe geldi ve kendisinin Enver Paşa tarafından geldiğini, halâ hatırımı sorduğunu, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını öğrenmek istediklerim bildirdi. Ben kendilerine, bu alâkalarından dolayı müteşekkir olduğumu ve bir şeye ihtiyacım olmadığını söyledim. Şerif Bey, “belki bu sigaralar hoşunuza gitmiyor, belki almak istediğiniz başka şeyler var…” diye yeniden bir ihtiyacım olup olmadığı meselesine gelmek isterken kendisine: “Şerif Bey kardeşim, ben böyle kapalı, uzaktan konuşmayı sevmem. Ne demek istiyorsunuz…” dedim. O da, Enver Paşanın, benim paraya ihtiyacım varsa bunu bildirmemi istediklerini söyledi. Bunun üzerine, ben de kendisine param olduğunu bana kifayet edeceğini söyledim. Şerif Bey benim bu cevabımı çok hayretle karşılamıştı. Sonraları kendisiyle görüştüğümde, “Buraya gelenler arasında teklif edilen parayı almayan bir tek siz olmuştunuz…” diye benim bu hareketime hayranlığını açıklamıştı. Bunda hiç bir fevkalâdelik yoktu. Benim hakikaten paraya ihtiyacım olmadığından, otelde her şeyim temin edildiğinden ve kendime lâzım olan miktarda param da bulunduğundan böyle hareket etmiştim. Bir iki gün sonra Ali Bey Başhemba ile görüşmemizde bu izahatı ona da vermeğe mecbur olmuştum. Enver Paşanın, benim kendisi ile görüşmemden gücenmiş olduğum ihtimali ile böyle hareket ettiğimi zannetmemesi için Ali Bey’in temas ettiği bu meselede yeniden durmayı zarurî bulmuştum (*).

SON

 

_________________________

 

(*) Cafer Bey’in “Bazı Hâtıralar” yazısı burada sona ermektedir.

Hâtıra defterinde bundan sonra şu kayıtlar vardır: “Fatih camisinde mevlit, Galatasaraylılar Yurdu’nda Kırımlılar Cemiyeti tarafından verilen ziyafet 26 Nisan (26 Nisan 7620 ikdam), 2 Mayıs 1918 Türk Ocağı’nda Kırım günü, çay ziyafeti, 10 Mayıs İstanbul’dan ayrılmam.”

 


Emel 38, Ocak-Şubat 1967

TAVSİYELER

TÜRK DÜNYASINDA KADIN ÇALIŞTAYI KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NDE YAPILDI

Türk Dünyasından kadın temsilcilerini bir araya getiren ve açılışına KKTC Cumhurbaşkanı  Sayın Ersin TATAR’ın da …