BUDAPEŞTE’DE YAZILMIŞ KIRIM HİKAYELERİ

BUDAPEŞTE’DE YAZILAN KIRIM HİKÂYELERİ: BEKİR ÇOBANZADE’NİN NESRİ ÜZERİNE NOTLAR*

Vilayet QULİYEV

 

Bekir Çobanzade’nin hikâyelerinin merkezinde, Kırım Tatarlarının sevinçten çok keder, rahatlıktan çok endişe barındıran hayatı yer alır. Yazarın, Avrupa başkentinde (Budapeşte) kavuştuğu göreceli kişisel rahatlığın, başkalarıyla kıyaslandığında şanslı sayılan bu durumun, onu kendi kanından, canından olan soydaşlarının sorunlarından kesinlikle koparmadığı hissedilir. “Kalbim dağlarda kaldı” diyen ünlü İskoç ozanı Robert Burns gibi, onun da yüreği Kırım’da kalmıştır. Anavatanından uzakta olsa da, orada yaşayanların çoğundan daha iyi anladığı, tarihî köklerini ve nedenlerini bildiği dert ve problemlere karşı duyduğu kişisel sorumluluk ve hesap verme hissi onu bir an olsun terk etmez.

Budapeşte’den ayrılmadan birkaç ay önce, 2 Şubat 1920’de kaleme aldığı “Bazı Günahlarım” adlı küçük nesir örneği bu açıdan karakteristiktir. Hikâyeden çok, kısa bir deneme havası taşıyan bu yazıda yazar, düşünce tarzını, edebî ve bilimsel yaratıcılığının ve faaliyetinin temelini oluşturan vatan sevgisini, imgelerle ve şiirsel bir dille özetlemiştir: “Gözlerinde ümit nuru, göğüslerinde hayat, bahtiyarlık ateşiyle fidan boylu, al yanaklı, elmas saçlı genç kızlar beni sevgide, aşkta temelsiz, sebatsız, karaktersiz görüyorlar. Ben yurdumun nişanlısıyım. Bazen yurduma benzediklerini görüp onları seviyor, bazen de yurdumdan uzak ve habersiz bulup onlardan soğuyor, yüz çeviriyorum. Bu yürek birden fazlasını sevemiyor, ne yapayım?”

Bunlar süslü sözler, belagat ve retorik değil, bir gerçekti. Genç Bekir Çobanzade, hatta tasvir ettiği epizodik aşk hikâyelerini bile büyük ve ebedî Kırım sevgisine, halkına olan bağlılığına tâbi tutmuştu.

Hikâyelerin neredeyse tamamında kişisel, otobiyografik izler ağır basar. Çoğunu belli ölçüde otobiyografik olarak adlandırmak mümkündür. Çünkü hepsinde yazarın şu veya bu derecede kişisel hayatında yaşadığı, gözlemlediği veya duyduğu olaylar ve insan tipleri, tamamen bireysel ve millî özellikleriyle tasvir edilir. Örneğin, “Harman Yerinde Bir Şair” hikâyesinin kahramanı Abdülaziz Molla’yı tereddütsüz Bekir Çobanzade’nin kendisiyle eşleştirmek olasıdır. Burada, onun Budapeşte’ye kadarki hayatıyla örtüşen, benzerlik taşıyan anlar fazlasıyla mevcuttur.

Abdülaziz Molla, bir süre İstanbul medreselerinde okuduktan sonra Kırım’a döner. Öğrendiği ilimlerle geçimini sağlayamayacağını görünce pratik bir yol seçer: harmanda buğday döven köylülere katılır. Amacı, yeniden İstanbul’a dönüp eğitimine devam etmek için biraz para biriktirmektir. Bu yüzden her türlü zorluğa göğüs gerer. Köylüleriyle birlikte buğdayı savurur, çuvallara buğday doldurup arabalara yükler. Fiziksel olarak aynı işi yapsa da, yüreğinin derinliklerinde akıl ve his bakımından, içinden çıktığı köy halkından üstün olduğunu düşünür. Geceleri yıldızlara bakarak felsefî düşüncelere dalar. Doğaçlama şiirler söyler. Ve sonunda şiire olan tutkusu yüzünden kendine düşman kazanır. Bir gün, şehirli misafirleriyle birlikte harmana gelen harman sahibi Cabbar Çelebi, onun bilgili olduğunu bildiği için önce “Tercüman” gazetesini okumasını ister. Şiir yazdığını duyunca bir tane okumasını talep eder. Ağasının sözünden çıkamayan Abdülaziz Molla, doğaçlama olarak şu dizeleri söyler:

“Biz Tatarız, işimiz iyi gitmiyor,

Suçumuz çok, Tanrı bizi affetmiyor,

Başka halklar zenginleşiyor, yurt kuruyorlar,

Bizim paramız bir günlük düğüne yetmiyor.”

Şiir başlangıçta Cabbar Çelebi’nin hoşuna gider: “Hay ölmüşlerinin canına rahmet! Çok güzel!” diye onu över. Basılması için “Tercüman” gazetesine, İsmail Bey’e göndermesini tavsiye eder. Ama biraz derinlemesine düşününce duyduğu mısralarda varlıklı insanlara, özellikle de kendisine karşı bir serzeniş, hatta suçlama görür. “Bizim para bir günlük düğüne yetmiyor! Yok, bir de düğününüze para vereceğim!” diye söylenerek haddini aşan şaire kesin uyarısını yapar: “Eğer bundan sonra böyle beyitler yazıp halkın aklına, rüyasına bile gelmeyen fikirler öğretirsen, ayağın yere değmeden seni buradan yollarım” diyerek tehdit eder.

Abdülaziz, doğaçlama söylediği mısraları “düşünerek yazmadığı” hakkında yeminler ederek kendini aklamaya çalışsa da bir sonuç alamaz. Yalnızca o güne kadar şairle iyi geçinemeyen, onun anlamsız kafiyelerle halkı işten soğuttuğunu düşünen Zibeyde abla, gerçeğin etkisi altında bir anda değişir. Sevincini gizlemez, “Çok güzel oldu!” der. “Zenginlerin parası varsa, fakirin de dili var. Dilimizi bağlayamaz ki! Yaz sen, hem de bu akşam otur, yaz! Ne kadar da güzel oldu! Sen korkma, hiçbir şey olmaz!” sözleriyle kendini kaybetmiş şaire moral verir. Bir anda Abdülaziz Molla, günün kahramanına dönüşür. Yaşlı orakçı Mambet, onu eski zamanların bahadırlarına benzetir. Herkes tütün kesesini çıkarıp sarma teklif eder. Zibeyde abla, yemeğin en iyi parçalarını tabağına koyar. Yüze söylenmiş gerçek, harman halkına adeta bir güç, kuvvet verir. Basit insanlar, doğru söz, hakikat etrafında birlik gösterir.

Aslında Bekir Çobanzade, bu basit konulu, ancak ibret verici hikâyede, kalem sahibinin toplumdaki konumu ve etki gücüyle ilgili dileklerini ortaya koymuştur. Şairin sözünden, gazete haberinden zenginler, servet sahipleri kendilerine çeki düzen vermeli, halk ise cesaretlenip hakkını talep etmeliydi. Yazarın arzuladığı toplum ve ilişkiler sistemi buydu! Hayatta her şey bu kadar kolayca gerçekleşmiyordu. Ama okulun, eğitimin, basının gücü kuvvetine inanan, üstelik yaşadığı Avrupa ülkesinde bunun somut tezahürlerini gören romantik yazar, bir gün anavatanında da böyle olacağına inanıyordu! En azından bu duyguyu soydaşlarına aşılamayı kendine borç biliyordu.

Otobiyografik özellikler taşıyan “On Dört Yaşımda” hikâyesi (1920 yılında Tatar asıllı ünlü Türk arkeolog, Budapeşte Üniversitesi mezunu Hamit Zübeyir Koşay tarafından Türkiye Türkçesine çevrilse de hiçbir yerde basılmamıştı –V.Q.) ise daha çok lirik-sentimental bir atmosferin üstünlüğüyle dikkat çeker. “Bu hikâyeyi benim kadar anlayan Enis Behiç’e[1] ithaf ediyorum” sözleri, eserin sadece Peşte’deki Osmanlı konsolosuna adanmasından değil, aynı zamanda yazarla Türk diplomatı arasında yakın dostluk ilişkilerinin, duygu ve düşünce ortaklığının varlığından da haber verir. Hatta Enis Bey’in de bir zamanlar İstanbul’a göç etmiş bir Kırımlı ailesinde büyüdüğünü söylemeye zemin hazırlar. Çünkü Kırım Tatarlarının ağır kaderini, işgalci Ruslarla karmaşık karşılıklı ilişkilerini, zulme boyun eğmeme felsefesini ancak bu topraklarda büyüyen, aynı hisleri yaşayan insanlar anlayabilirdi.

Hikâyenin kahramanı genç Bekir’in kendisidir. Bu, misafir gittiği evde herkese “Bizim çobanın oğlu…” diye tanıtılmasından da görülebilir. Doğrudur, ev sahibi Hacı Akay kendini misafirin adını hatırlama zahmetine sokmaz. Onu öylece, “Nemenecik” diye çağırır. Aslında bu hitap çok sembolik bir nitelik taşır. Tatar insanlarının adlarını, kimliklerini, millî hislerini ve duygularını yitirdiklerine bir işarettir. İki kasabanın, Karasu ile Uluözen’in arasında epey mesafe olsa da, yaşam koşulları ve çevre bakımından ciddî bir fark yoktur. Her ikisinde de camileri örümcek ağları sarmıştır. Uluözen imamı ise Karasu’dan olan meslektaşıyla “iki rakı şişesi birbirine benzediği kadar” benzerdir.

Şelale yakınında karşılaştığı bir manzara, adsız kahramanın iç dünyasını karıştırır, içinde bir çalkantı yaratır. Tatar rehberlerin eşliğinde at sırtında doğa gezintisine çıkmış genç Rus kızlarının rahatlığı, kaygısızlığı, onun hayalini geçmişe, halkının özgür olduğu zamanlara götürür. Buna sebep ise kızlar değil, onların bindikleri cins Tatar atlarıdır: “Atları, bizim başıboş gezen, şaha kalkan, sahibini tanıyan, son zamanlarda köyde, Kolan ovalarında doğup şehrin bir köşesinde ölüp kalan sevgili atlarımızdandı. Önce atalarımız bu atlarla düşman kovaladı, dünyanın yedi denizini geçti, sırtlarında doğup öldü, sevgilisini, nişanlısını kaçırdı, öldüğünde ayrı bir mezara gömüldü, kuyruğu hiç eğilmeyen bayraklarımızın ucunda dalgalandı… Biz ise yaya kaldık. Biz torunlar bu atları unuttuk. Onlar da bizi bırakıp gittiler. Şimdi kim bilir, hangi halkların emrinde, eski günleri, atalarımızın gür sesli, varlıklı, vakarlı günlerini unutup yine coşuyor, yine koşuyorlar?! Düşmanları evlerine, muratlarına alıp götürüyorlar. Biz yaya kaldık. Kaç yüz yıldan beri… Her yerde, her yarışta, her mücadelede… Atlarımızı sevelim! İnançlarımıza göre Peygamberimiz de Mirac’a Burak adlı atıyla çıkmıştı. Zaten başka türlü de çıkamazdı. Eski zamanlarımızdaki atlarımız olsaydı, onları terbiye eden yiğitlerimiz olsaydı, biz de çıkardık…”

Muhtemelen yazar, sadece bu tür cümlelerle yetinseydi, hikâyesi sıradan bir gazetecilik seviyesinden yukarı çıkamaz, psikolojik derinlik ve sanatsal değer kazanamazdı. Bekir Çobanzade, yaratıcılık yolunda ilk adımlarını atsa da, gerçek edebiyatın önündeki görevleri, edebî sözü gazetecilikten ayıran özellikleri en azından sezgisel olarak anlıyordu. Bu yüzden kahramanını sadece tarihî düşüncelerin ve paralelliklerin çekim alanında tutmamıştı. Onu duygusallığın esiri haline getirmemiş, sıradan, günlük hayata getirmeye çalışmıştı. Sonuç olarak daha gerçek, daha samimî ve doğal bir tablo yaratmayı başarmıştı.

Birbirlerinin dillerini çok az bilseler de, kendisi gibi romantik tabiatlı Rus kızı Anyuta ile yakınlaşması, 14 yaşındaki Tatar genci, gerçek insanî hislerin her şeyin üstünde olduğu gerçeğine inandırır. İşte o samimî insan ilişkilerinin tezahürü, o anlarda Rusların vatanını işgal etmelerini, Tatar atlarına binip Tatar topraklarında rahatça gezmelerini unutturur. Anyuta’nın onu, aynı dilde konuştuğu, aynı inancı paylaştığı soydaşlarından daha iyi anladığına emin olur. Ama bu hâl sadece bir an sürer. Rus kızının okşamak istemesi üzerine ellerini geri iter, sert ve kararlı bir sesle “Siz bizi sevmiyorsunuz. Kendim gördüm. Rus okullarının duvarlarındaki resimlerde gördüm. Siz bizi öldürüyorsunuz. Bizi sevmediğinizi herkes biliyor!” diye düşündüklerini Anyuta’nın yüzüne söyler. Ancak Rus kızının “Onlar başka insanlar! Onlar bizi de sevmiyorlar. Ben Tatarları seviyorum” sözlerinden sonra önceki samimiyet yeniden tesis olur. Basit bir olay örgüsüne sahip hikâyede yazar, kahramanının geçirdiği dönüşümü ustalıkla yansıtmayı başarmıştı.

Kırım Tatarının kaderi, tarihi boyunca halkının maruz kaldığı mahrumiyet ve felâketler, Bekir Çobanzade’yi gençlik yıllarından itibaren düşündürmüştü. Kaderin acımasız darbelerinden kaçınmak mümkün değil miydi? Yanlış adımlar ne zaman, nerede atılmıştı? Hata ataların mıydı, yoksa onların emanetini layıkıyla koruyamayan oğulların mı? Bir zamanlar yel ayaklı atların sırtında Moskova’ya kadar gidip, Rus çarlarından vergi alan Tatarlar ne için ezik, çaresiz duruma düşmüşlerdi? Eziyetli yollar nereden, ne zamandan başlamıştı? Budapeşte’de yazdığı eserlerden oluşan “Kaval Sesleri” derlemesine dahil ettiği hacimli nesir eseri olan “Uğurlu Yollar” hikâyesinin ana teması, aslında bu zor sorulara cevap bulma çabası olarak yorumlanabilir.

Hikâyenin adı ile içeriği arasında bir çelişki vardır. Acı bir alay, iğneleme yüklü olan “Uğurlu Yol”, aslında Kırım Tatarlarını yokluğa, felâkete, millî kimliğin yitirilmesine götüren yoldur. Yazar, Tatar kimliğinin kaybolmasını, halkının geleneksel yaşam tarzından, ataerkil hayattan vazgeçip büyük şehirlere göçmesinde görür. Köyde dilini, dinini, âdetlerini ve geleneklerini koruyabilen Kırım Tatarı, şehirde bunu başaramaz.

Bu kederli akıbet, Kırım’ın Çongar bölgesinin çiftçi sakinleri olan Kurt Baba ve Men Börü ailelerinde de görülür. Yakın komşular, günlük rızıklarını çıkardıkları toprağı bırakıp iyi bir geçim sevdasıyla şehre göçerler. Men Börü’nün on yaşındaki oğlu Seyt Nebi, Kurt Baba’nın altı-yedi yaşlarındaki kızı Fatme, ebeveynlerine kıyasla şehir hayatına daha kolay uyum sağlar. Her iki aile de gelecekte akraba olmayı düşünür. Bunu çocuklarından da gizlemezler. Önce eğitimle o kadar da ilgilenmediği için Seyt Nebi’yi bir Yahudinin dükkanına çırak olarak verirler. O, aklı, becerisi, insanlarla iyi geçinme yeteneği sayesinde kısa sürede başarı kazanır. Rus dilini öğrenir, muhasebecilik mesleğine sahip olur. Daha sonra aydın bir Tatar olarak şehir meclisine kâtip seçilir. Öğretmenlik yapar, hayır cemiyeti işlerinde aktif rol alır. Artık soydaşları arasında, sadece Seyt Nebi değil, “Seyt Nebi Menbörüyev cenapları” olarak tanınır. Evde Kuran eğitimi alan Fatme de terbiyeli, akıllı bir kız olarak büyür. Ebeveynleri çocuklarına bakıp gelecekteki mutlu aile ocağı hakkında düşünürler. Sanki her iki taraf da bin bir mahrumiyetle yüzleştikleri yabancı, merhametsiz şehirde isteklerine ulaşmış gibi görünürler.

Tam bu sırada şehir, gerçek, sert yüzünü gösterir. Lirik dizelerinden birinde ifade edildiği gibi, “Köyde erkek, tarihte yiğit olan halk şehirde hizmetçiye dönüşür.” Tabiî ki ataerkil yaşam tarzı, belalardan bir çıkış yolu değildi. Öyle bir dönem başlamıştı ki, yazarın belirli ölçüde idealleştirdiği köy de insanları kurtaramıyordu. Çünkü dünyaya bakış değişmişti. Ahlâk erozyona uğramıştı. Eline para geçen Seyt Nebi artık ata-babaları gibi eski köy kurallarıyla yaşamak istemez. Gününü hafif ahlâklı Rus kızlarının arasında, eğlence meclislerinde geçirir. İçkiye düşkünlüğü her şeye, hatta bütün varlığıyla onu seven Fatme’ye bile ilgisini öldürür.

Fatme de tek çıkış yolunu yeniden ilkelliğin, saflığın korunduğu köye dönmekte görür. Ancak dönüş mümkün değildir. Tatarların bırakıp geldikleri topraklar artık Almanların, Rusların elindedir. Kırım içeriden, adım adım işgal edilmektedir. Eğitime, millî bilince yabancılaşan gerçek sakinleri, kayıtsızlıkları ve tembellikleri yüzünden güzelim vatanlarını her geçen gün kaybetmektedirler.

Belki de bu saf, temiz Tatar kızının sevgisi, Seyt Nebi için düştüğü girdaptan kurtuluş için bir can simidi olabilirdi. Ancak o, evlenmek de istemez. Aile hayatının gönül rahatlığı, huzur getireceğine kesinlikle inanmaz, “Bizim evlenmemizden bir imam, bir de çalgıcı çingeneler kazanır” diyerek annesinin yalvarışlarını reddeder. Kimsenin karşısında sorumlu olmadığı, sadece kendi keyfi için yaşadığı özgür hayatı daha üstün tutar.

Yaşıtlarının çoğu gibi, Seyt Nebi de gücünü, enerjisini harcayacak bir yer bulamaz. “Çocukken elma çalıyordum, pencere kırıyordum. Peki şimdi ne yapayım?” ikilemi karşısında çaresiz kalır. Bekir Çobanzade’nin fikrine göre, toplumun önde gelenleri de bu sorulara cevap verecek durumda değillerdir. Her tarafta korkunç bir manevî boşluk hüküm sürmektedir: “Bugün saygıdeğer Müslüman gençlerin hepsi içiyor. İsmail Gaspıralı, Kazanlı Abdullah Tukay denen şairler hepsi içiyorlar. Tukay’ı her gün sokaktan alıp eve getiriyorlar. Sevecek bir kimsen, arkasından koşacak bir işin olmayınca içmeyip de ne yapacaksın?”

Yazarın acı bir ironiyle “yiyip bitiren canavar” adını verdiği Seyt Nebi’nin hayatı, mantıklı bir sonla biter: sonraki içki meclislerinden biri ölümüyle sonuçlanır. Ama zaten trajik bir duruma düşmüş Tatar toplumu bu felâketten bir sonuç çıkaracak durumda değildir. Aksine, etraftakiler annesine teselli vererek: “Yalnız senin başına gelmedi ki? Hatice ablanın oğlu Marişke[2] yüzünden intihar etti. Nebi’nin oğlu dükkân soyup adam öldürdüğü için Sibirya’ya sürgün edildi. Seninkinin kimseye zararı olmadı. İşiyle, eviyle kısmetini yedi, bitirdi, gitti…” derler. Bir sözle, öyle anlaşılıyor ki, sadece kendisinin değil, ebeveynlerinin, sevdiği kızın hayatını mahveden Seyt Nebi, aslında başka soydaşları, hemşehrileriyle kıyaslandığında neredeyse bir evliya gibi bir varlıkmış…

Uzak Macaristan’da, sanki kişisel hayatını düzene koymuş gibi görünen, sevdiği bir meşguliyeti, gelecek için açık bir amacı ve hedefi olan yazarın aklına bu kederli olaylar neden gelmişti? Hikâyenin son cümlesi aniden ortaya çıkan şu soruya bir cevap niteliği taşır: “Budapeşte’nin gürültülü caddelerinde Romanya ordusuyla gelen Dobrucalı bir Tatar askeri gördüm. Çocukluk yıllarımda şahit olduğum her şey yeniden gözümün önünden geçti.” Aslında, başkasının iradesinin, hükmünün icracısına dönüşen bu genç Tatar askeri de, dünyanın çeşitli köşelerine dağılmış talihsiz Kırım Tatarlarından biridir. Rusların, Almanların egemenliği altına düşmüş Tatar ile Rumen hükmüne boyun eğmek zorunda kalan Tatar arasında aşılmaz bir engel yoktur. Her ikisi de vatan topraklarının ardından dil ve millî varlıklarını da kaybetme tehlikesi karşısındadır.

“Bir yerde durmayan su akıp gider. Akan su da uçsuz bucaksız, engin denizlere karışır ve yok olur. Vatanında yaşayamayanlar, onun bunun kapısında, sofrasında oturanlar da çok geçmeden yok olur. Yaşadığı vatanı kendi isteğine göre değiştiremeyenleri de toprak ya üstünden atar ya da çürütüp mezara gömer. Tarihin kudretli, kuvvetli Yehova (Yahudiler –V.Q.) milleti topraklarından göçtükten sonra ‘cühud’a [3]dönüştü. Tarihte yerleri olmayan Kozaklar toprağa sahip olduktan sonra yedi denize hâkim ‘Rus’a dönüştüler. Tek bir hayat var: Dünya! Tek bir ana var: Dünya! Tek bir cellât var: Dünya!”

Hikâyenin girizgâhında yer alan bu satırlarda yazar, sanki garip bir sezgiyle kendi halkının sadece tarihini değil, gelecekteki felâketlerini de görmüştü…

Buraya kadar incelediğimiz kederli, yürek sıkan hayat hikâyeleri, Bekir Çobanzade nesrinin sadece karamsar notlar üzerine kurulduğu izlenimini yaratmamalıdır. Kırım Türklerinin sadece kaderden şikâyet edip dert çekmeleri değil, sevinç ve neşeleri, mücadele azimleri, cesaret ve mertlikleri, sonsuz vatan sevgileri de onun dikkatinden kaçmamıştır. “İndemez Celil” (burada keyfine düşkün, hiçbir şeye önem vermeyen, hiçbir şeyi kafasına takmayan anlamında kullanılmıştır –V.Q.) hikâyesinin kahramanı Celil Aga, yurdun bu tür insanlarındandır.

Yazarın “orta Tatar boylu, geniş omuzlu, kara bıyıklı, kara gözlü, gür saçlı, beyaz tenli, ince burunlu bir adam” olarak tanıttığı Celil, görünüşte hiçbir şeyle ilgilenmiyor gibidir. Az konuşur. Kimsenin işine karışmaz. Yaz kış saatlerce evinin önünde oturup çubuğunu[4] ağzından çıkarmadan, sadece kendi kendine sohbet eder. Ancak bu suskun, her şeye kayıtsız gibi görünen haliyle “diğerlerinden daha çok, Kırımlı, eski Kırımlıdır. Kırımlının kaygısı, can sıkıntısı, günlerini faydasız geçirmesi” onu herkesten daha çok endişelendirir. Çünkü “Batı, Cengiz’in, Timur’un yabancı göründüğü insanlar ona da yabancıdırlar”. Celil Aga, içten içe bir Kırım vatanseveridir, Kırım’a susamıştır. Ama bunu belli etmez.

Rusya’nın Ortodoksluk taassubuyla katıldığı Birinci Dünya Savaşı başlar. Diğer soydaşları gibi, Celil Aga da seferberliğe alınıp cepheye gönderilir. Binlerce Tatar üvey vatan için kaçınılmaz ölüme gitse de, yabancı muamelesini, ayrımcılığı her an hissederler. Bunu yazarın anlatımında da görmek mümkündür: “Rus subayları o grubun adlarını yazdıktan sonra birkaç kez sayıp gittiler. Onlara göre bu vagondakiler (Kırım Tatarları, Karaim Türkleri -Yahudiler kastediliyor- V.Q.) düşman ateşini söndürmek, topların ağzını tıkamak, siperleri doldurmak için kan ve kemikten başka bir şey değildiler”.

Ama Celil Aga, itaatkâr olmayı düşünmez. Vagonda çubuk içmesini yasaklamak isteyen Rus subayına haddini bildirir. Savaşta da birçoklarından ayrılır. Aslan gibi savaşır. Madalyalara, hatta ünlü Georgi haçına[5] layık görülür. Ama tütünü bitince çubuğunu boş bırakmamak için hiç düşünmeden, tüm askerî ödüllerini değerinin çok altına satar.

Final sahnesinde, savaşlardan birinde Avusturya-Macaristan ordusuna esir düşmüş olan Celil Aga’yı Budapeşte’de görürüz. Buradan da onun gerçek bir kişi olduğu, Hamdi Ataman’a yazdığı mektuplarda Tatar esirler arasında bir iki arkadaşı olduğunu yazan Bekir Çobanzade’nin eski tanıdıklarından biri olduğu sonucuna varmak mümkündür. Yazar, gurbet elde Celil Aga ile görüşmesini şöyle anlatır:

“Bir gün Budapeşte’de bir Macar arkadaşım ‘Sizin taraflardan bir esirim var. Hiçbir dil bilmiyor. Yakışıklı, ilginç bir adam. Bir gün gelirseniz biraz sohbet ederiz. Çubuk çekme delisidir. Gelirken biraz tütün de getirin’ dedi. Gittim, görüştük, hâl hatır sorduk, birbirimizin keyfini sorduk, sohbet ettik. Celil Aga idi o, hani şu “İndemez Celil”! Çubuğunu üç kez çekip bitirmeden ağzından bir söz çıkmıyordu. ‘Kırım’dan bir haber alıyor musunuz?’ diye sordu. Ben de: ‘Alıyoruz, Celil Aga. Kırım’da karışıklık var. Tatarlar yine hanlık kurmak istiyormuş. Kırım’a dönerseniz, savaşacak mısınız?’ dedim. Celil Aga:

– Savaşıp yine madalya mı alacağız? Bize yeter, artık siz savaşın! dedi.

– Madalya, nişan yok. Savaşsak, Kırım’ı, bütün Kırım’ı alacağız, Celil Aga!

Celil Aga çubuğunu çekmeden önce biraz düşündü:

– Öyleyse savaşalım. Kırım’ı alacak olsak, çubuğumu bile bir kenara atarım! dedi. Dedi ve bir kahkaha attı. Belki de yıllardan beri böyle gülmemişti”.

Ve hikâyenin yazarı inanır ki, görünüşte keyifli, umursamaz görünen Celil Aga gibi kalbi vatan aşkıyla dolu insanlarla Kırım’ı düşman istilasından kurtarmak, orada özgür ve hür bir ülke kurmak mümkündür.

Bekir Çobanzade, nesir eserlerinin merkezine öyle hayat olayları ve insan tipleri getirmeye çalışıyordu ki, onlar sadece bireyler olarak kalmasınlar, yazarın “Tatarlık” adı altında genelleştirdiği büyük, dallanıp budaklanmış toplumun üyelerine dönüşsünler. Bir Kırım Türkünün felâketi veya trajedisi, bütün Tatarlığın acı kaderi olarak yansıtılsın. Bu açıdan yaklaşıldığında, tereddütsüz denilebilir ki, nesir ve şiir yaratıcılığının başlıca konusu Tatarlığın dünü ve bugünü, tarih yolunda karşılaştığı zorluklar, yarına beslediği umutlardı.

“Biz Tatarlar çok hızla doğar, büyür, oynar, konuşur, güler, sonra da yıkılıp ölürüz” diye kederli bir genelleme ile bütün bir toplumun portresini çizen yazar, Tatar hayatının özelliklerinden bahsederek şöyle yazıyordu: “At sırtında, aygırların üzerinde koşturup duran bir kaderimiz var. Toz kaldırıp, göz kamaştırıp ortaya çıkıyoruz, sonra bir dönüş sırasında, bir uzak, izsiz yolda atımızdan düşüp sessiz, iniltisiz, üzülmeden, hıçkırmadan, ağlamadan ölüyor, unutuluyoruz.

Bırakın her halk gidip istediği gibi yaşasın. Biz hayatın bu türünü, ölümün bu yolunu seviyoruz.

Bir Tatar çocuğu sekizinde ata binmeyi, onunda seke seke ‘Kaytarma’ dansı oynamayı, on üçünde ceylan bakışlı gözlere vurulup sevdalanmayı başaramasa, yirmi beş-otuzlarında minicik çocuklarını bırakıp temiz al kanlar içinde yahut da hayatın kirli, boğucu havası içinde yazısı, işareti, mezar taşı olmayan bir mezara nasıl girebilir? Söyleyin, nasıl?

Tatarlık kolay olsa, Tatarların hayatı sadece onların ağırlıklarına dayanabildikleri kadar olsa, sayımız bu kadar az kalır mıydı?”

Sanki Orhun-Yenisey yazıtlarındaki “Ey Türk kendine dön,! Sen kendine döndüğünde kuvvetli olursun!” çağrısı, genç Bekir Çobanzade’nin hikâyelerinde de duyulmaktadır. O, Kırım Tatarları da dahil olmak üzere, Türk toplumunun çektiği acıların, uğradığı mağlubiyetlerin kökünde geçmişle bugünü, tarihle modernliği bağlayan köprülerin yakılması gerçeğinin yattığına inanıyordu. Sadece manevî değerler değil, aynı şekilde maddî abideler de korunmalıydı. Çünkü ataların yeryüzünde bırakıp gittikleri bu izler olmadan sonraki nesillere millî gurur, yurt sevgisi, başka halklarla sağlıklı kültürel rekabet gibi önemli manevî hislerin aşılanması o kadar da kolay olmayacaktı. Yazar, içkiye düşkün, hafif ahlâklı Rus kadınlarının sahte bir gülümsemesini kendileri için büyük bir ganimet sayan hemşehrilerine gerçek servet hazinelerinin adresini gösteriyordu:

“Avrupa’da bir yerde harabe (antik anıt –V.Q.) olsa, gelip bakacak ziyaretçiler, torunlar ortaya çıkar. Akropol’ü, Pompei’yi her yıl binlerce turist gezip dolaşır, mermerlerin üstünde oturup ağlarlar. Bizim viranelerimizi rüzgârlar tavaf ederler, yağmurlar bu yerlere yağar, gözyaşı dökerler.

Arabistan’a, Arap çöllerine koşanlar, neden bu viranelerin yanında düşünüp ağlamıyorsunuz? Yüreğiniz nurlanır, daha iyi bir Müslüman, daha yiğit bir Tatar olurdunuz. Orada Peygamber yatsa da, burada da ümmet-i İslam yatıyor”.

Görüldüğü gibi, incelenen hikâyelerin neredeyse tamamında bir gazete fıkra yazarının (publisist) izleri yeteri kadar güçlüdür.  Fıkra yazarının çağrılara başvurmasının sebebi açıktır: Sorunun edebî kavranışından çok, doğrudan çağrılarla okuyucunun düşüncesini harekete geçirmenin daha kolay ve etkili olduğu düşünülüyordu. Diğer yandan, bu tip fikir yazısı unsurları, yazarın millî ve toplumsal duruşunun doğrudan ifadesine hizmet ediyordu.

Galatasaray Sultanîsi’nden tanıdığı yardımsever “Hacı Emir Hasan Efendi Bekirzade[6] Hazretlerine” ithaf edilmiş “İki Derviş” hikâyesi, Bekir Çobanzade’nin nesir yaratıcılığında kendine özgü bir yer tutar. Tür ve konu itibarıyla adı geçen eser, aslında dinî bir kıssadır ve birkaç açıdan karakteristiktir. Hikâye ile tanışmak, öncelikle yazarın sadece dünyevî eğitim kurumlarında değil, dinî okullarda da sağlam bilgi edinmesi, İslam’ın tarihine ve esaslarına oldukça derinlemesine hâkim olduğu kanaatini oluşturur. Didaktik motiflerin ağır bastığı hikâye, aynı zamanda genç yazarın adalet duygusu ve modern bir ifadeyle, aktif yaşamındaki duruşu hakkında düşünmeye zemin hazırlar.

“Hazreti Ömer’in adaleti bütün kâfirlerin gözlerini yaşarttığında, İslam’ın yeşil bayrakları Hind’in, Çin’in, Roma İmparatorluğu’nun kubbeli salonlarında dalgalandığı zamanlarda, bugün toprağın, kurtların yediği sarı taşlı türbelerin altındaki yiğitler ‘Ebediyet! Ebediyet!’ diye türküler söylerken, bizim Yayla dağlarında[7] aslanlar, parslar dolaşırken, Hilafet şehrinde, Şam-ı Şerif’te ak sakallı, ak sarıklı bir ihtiyarın, Şeyh İsmail el-Kandî’nin iki oğlu dünyaya geldi”. Bu masalsı anlatım, hikâyenin kıssa ruhu ve dini içeriği, aynı zamanda yazarın bilgisinin derinliği ve konuya uygun üslup seçimi hakkında fikir verir.

Tanınmış din adamı ve büyük nüfuz sahibi Şeyh İsmail’in ölümünden sonra, oğulları Yusuf ile İshak farklı yaşam yolları seçerler. İshak, iki keçi alıp Havran dağlarına, Ashab-ı Kehf’i anımsatan bir mağaraya çekilir. Zahidane bir hayat yaşayıp ömrünü ibadet ve takva ile geçirir. Bilinçli bir şekilde dünya işlerinden tamamen uzaklaşır. Yedi yıl mağarada kaldıktan sonra şehre gidip kardeşini ziyaret etmeye karar verir. Keçileri sağıp sütünü beyaz bir mendilin arasına döker, (ibadet sonucunda ulaştığı kutsallık ona böyle mucizeler yaratmaya ve kerametini göstermeye imkân verir) şehre doğru yola çıkar.

Kaç yıldır babasından kalan dükkânı işleten, her adımda şeytanın, adamları ölçüde, tartıda aldatma vesvesesiyle yüzleşen, ama Allah yolundan asla sapmayan Yusuf, şaşırmadan süt sarılı mendilini kardeşinden alıp duvardaki çiviye asar. “Dükkân kadınlar, hanımlar, seyyideler, şerifelerle doluydu. İshak kendini bir düğün meclisindeymiş gibi hissetti. Güzel gözler, ince kaşlar, yüreğinde bilinmeyen, anlaşılmayan, ne Arapça, ne Farsça izahı mümkün olmayan, çözülmesi güç bir yığın duygu, hayat ve dünya dilekleri uyandırdı”.

Ve tam o sırada, mendilin arasındaki süt, tahtın üstünde oturup misk şişesini açmaya çalışan zenci kadının başına damlamaya başlar. Ani de olsa, gönlünü dünya neşesine kaptırmakla takvasını bozduğunu anlayan İshak, bütün geceyi tövbe, istiğfarla geçirir, ertesi gün ise kardeşine der ki:

“- Ya Yusuf, ey zavallı kardeşim! Benim gibi en abid, en zahid bir sofuyu bir saatin içinde bile böyle sarsan bir yerde, gör, yıllardan beri ne kadar günaha batmışsın. Vazgeç, bu dünya halinden, hatununu boşa, çocuklarını dostlarına emanet et, dükkânını kapat, birlikte mağaraya çekilelim. Başka türlü seninle cennette karşılaşamayız, yarın ahirette kardeş gibi el ele verip ömür sürmemiz çok zor olur”.

Yusuf teklifi kabul eder. İşlerini düzene sokup geleceğini söyler. İshak’ı uğurlarken “Herhalde mağara soğuktur, karanlıktır. Mendilin arasına kor koydum ki, varınca ateş yakasın” der. Mendile sarılı kıvılcım saçan köz parçalarını görünce İshak anlar ki, kardeşi ibadette, takvada ondan asla geri kalmamıştır, Allah katındaki derecesi ondan eksik değildir. Hem de İshak buna yıllarca, tek başına mağarada gizlenip insanlarla her türlü bağlantıyı, iletişimi keserek ulaşmışsa, Yusuf hak dünyada yaşayarak, her dakika günah işlemekle cezbedilerek temizliğini, helalliğini koruyabilmiştir. İshak anlar ki, kardeşinin seçimi daha doğrudur. Sadece kendini düşünmekten, bencillikten uzak bir yoldur. İnsanlara yardım etmek, onları kötü işlerden caydırmak için geniş imkânlar açar. Bu yüzden yeniden mağaraya dönme fikrinden vazgeçer, Yusuf’un dükkânında çırak olup ona yardım etmeye başlar.

Bu ilginç kıssa, hacimce küçüklüğüne rağmen çok büyük bir manevî-ahlakî soruna açıklık getirir. Toplumu değiştirmek, insanlara yardım etmek için inzivaya çekilip derviş, akıl hocası olmak yeterli değildir. Zahidlik sadece bireyin manevî saflığına yol açabilir. Toplumda yaşayıp saflığı, temizliği, doğruluğu her gün, her saat kişisel örnekle insanlara göstermek, toplumun düşüncesini ve ahlâkını değiştirmek açısından daha makul ve faydalı bir yoldur. “İki Derviş” hikâye-kıssasından çıkan ahlakî sonuç budur!

Bekir Çobanzade’nin hikâyeleri, etnografik öğelerin zenginliğiyle öne çıkar. Bu da her şeyden önce, Tatar hayatının özgünlüklerine derinlemesine hâkim olmaktan, onu olduğu gibi, bütün incelikleri, renk ve tonlarıyla sunma isteğinden kaynaklanır. Bu hayat yazara yabancı değildi. Onu bütün sevinç ve kederleriyle yaşamıştı. Hikâyelerinde kendisinin, ailesinin, her insanını, taşını, çalısını bildiği anavatanı Karasubazar’ın tarihini yazıyordu. Bahsettiği tarihin canlı tanıkları vardı. Bu yüzden tasvirlerinde her şeyin doğru, yerli yerinde olması gerekiyordu. Aynı zamanda kuru bir kronik değil, etkileyici bir sanatsal eser şeklinde ortaya çıkmalıydı.

Dikkat çeken diğer bir husus ise, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 25-26 yaşındaki yazarın yaşı ve hayat tecrübesiyle bağdaşmayan didaktik unsurlara nispeten geniş yer vermiş olmasıdır. Aslında bu eğilim, onun bireysel yaratıcılığıyla, olaylara bireysel bakış açısıyla değil, dönemin ruhuyla ilgiliydi. Aynı ibret verici konuları, aynı didaktik unsurları, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyılın başlarında diğer Türk halklarının edebî nesir ve şiirinde de gözlemlemek mümkündür. Sadece, eğitici-didaktik geleneklerin edebiyatta kendi konumlarını koruyup saklaması, değişen koşullar bağlamında millî aydınların öğüt ve nasihatle kendi halklarına doğru yolu gösterme arzusundan kaynaklanıyordu.

* Ədəbiyyat qəzeti, 27 Nisan 2024, №15.- s. 16-18. Dipnotlar tarafımıza aittir. Yazarın notları metin boyunca parantez içinde VQ baş harfleriyle verilmiştir.

[1] Enis Behiç Koryürek, (1891, İstanbul – 1949, Ankara) Türk şair, öğretmen, diplomat ve bürokrat. Türk-Macar dostluğunun gelişmesinde, Gül Baba Türbesinin yeniden ziyaretgâh ve müze haline getirilmesinde büyük hizmetleri geçmiş olan bir diplomattır. Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/Enis_Behi%C3%A7_Kory%C3%BCrek

[2] Marişke, Marşke (Rus. kadın adı Marusya, Marusenka’dan) Hıristiyan, çoğunlukla da Rus kadın anlamında kullanılır.

[3] Cühud, Kırım Tatarcada “Çıfıt”, Yahudi anlamında.

[4] Çubuk: Tütün içmek için kullanılan uzun ağızlık. Endüstriyel sigaranın henüz yaygınlaşmadığı çağda bilhassa tütüncülükle iştigal eden Kırım’ın dağ köylerinde kimi kadınlar dahi çubuk tüttürürlerdi.

[5] 1807 yılında imparator I. Aleksandr zamanında ihdas edilen Rus ordusunun en yüksek mertebeli nişanı.

[6] Cafer Seydahmet Kırımer’in kayınbabasıdır.

[7] Kırım dağları olarak da bilinen Yayla dağları Kırım’ın güneydoğuna paralel olarak uzanan, güneyde dik olan yamaçları kuzeye doğru alçalan sıradağlardır.

EMEL 292 Temmuz-Ağustos-Eylül 2025

TAVSİYELER

TARİHÇİ BÜŞRA KAYAR KIRIM HANLIĞINDA SUÇ VE CEZA HAKKINDA

Kırım tarihçisi Doktorant Büşra Kayar, Kırım Hanlığı’ndaki suç ve ceza sistemini Kırım Haber Ajansına (QHA) …