FISTIK RENGİNDE ŞAL, CEZVE VE ALTIN SONBAHAR: 5 YIL SONRA BULUŞMA

FISTIK RENGİNDE ŞAL, CEZVE VE ALTIN SONBAHAR: 5 YIL SONRA BULUŞMA

 

Mümine SALİYEVA

Kırım’da siyasî ceza davaları 2015’ten beri kaydediliyor ve bugüne kadar da devam ediyor. Uydurma suçlamalarla ilgili aramalar, tutuklamalar ve kovuşturmalar sistematik hale geldi ve kulağa ne kadar çılgınca gelse de artık rutinimiz haline geldi. Rusya’nın aşırılık karşıtı ve terörle mücadele mevzuatı, Kırım Tatar halkının temsil ettiği muhalefete karşı mücadelede sürekli olarak baskıcı bir araca dönüşmüştür. Soruşturma, bitmeyen mahkeme duruşmaları, tutukluların birkaç yıl tutukevlerinde, hapishanelerde ve cezaevlerinde bulunması… Onlarca Kırım Tatar ailesi ve iki yüzden fazla çocuk bununla karşı karşıya kaldı.

Kuşku ve engellerden geçerek

14 Eylül’de Rus postası tarafından, eşim, sivil bir gazeteci olan siyasî mahkûm Seyran Saliyev’in “cezasını” çekmek üzere Tula vilâyetindeki Plavsk ilçesinin 4 Nolu cezaevine geldiğine dair bir bildirim aldım. Duruşmalar beş yıl sürdü, bunun sonucunda Rus mahkemesi bir karar verdi: sert kurallı cezaevinde 15 yıl. Ceza kararının çıkmasından önceki 5 yıl boyunca buluşmasız ve ziyaretsiz, bir tutukevinden diğerine “taşınma”. Ve işte burada sevilen birini görme fırsatı. Hemen cezaevinin web sitesi aracılığıyla uzun bir ziyaret için bir başvuru yazıyorum ve 9 Ekim’de bu ayın 17, 18, 19’u için uzun bir ziyaret randevusu hakkında bir mektup alıyorum. Kalbim sevinçle atıyordu ama daha sonra Kırım köprüsündeki durum tüm planları gölgede bıraktı. Gideyim mi, gitmeyeyim mi? Riskler var, annem, oğlum ve kızım yanımda. Gitsem bile, bundan sonra ne olacak, çünkü yine de geri dönmem gerekiyor. Bu düşünceler beni içten içe kemirdi, ama dua bir huzur getirdi. 

Endişeler ve gözyaşları içinde, bir gece Yüce Allah’a dönerek, O’ndan iyi bir sonuç ve yardım istedim ve uykuya daldım, harika bir rüya gördüm. Kocamla orada görüştüm. Yüzlerimiz mutlulukla parlıyordu. Üzerimde fıstık renginde bir şal vardı. Sabah gardırobumu karıştırırken böyle bir eşarp bulamayıp pazara koştum. Birkaç mağazaya gittim. Hiçbir şey bulmak istediğime uymuyordu. Gitmediğim tek bir Müslüman dükkânı kaldı. Oraya gittim, satıcıya neye ihtiyacım olduğunu açıkladım. Bana yeni bir koleksiyon gösterdi ve – oh, mutluluk! – gözlerim hemen doğru renge kondu. Tren biletlerini sipariş ettikten, gerekli sağlık sertifikalarını aldıktan sonra hızla yolculuk için hazırlanmaya başladım. 14 Ekim Cuma günü, gece artık yola çıkmamız gerekiyordu. Önemli olan kahve ve cezveyi unutmamak, diye düşündüm ve onları hemen çantama attım. Gün boyunca evin kapıları kapanmadı. Yakınlarda yaşayan komşular börekler, kuru meyveler, el yapımı tatlılar getiriyordu. Komşu sokaklarda oturan komşular, sevinç ve aynı zamanda göz yaşları ile bizleri uğurlamaya koştular: “Bunlar termal çoraplar. Bunlar sıcak eldivenler. Önümüz kış. Kocana götür.” Heyecan ve endişe yüzünden bunu düşünmemiştim bile. Ama ilgili insanlar oradaydı. Daha sonra akrabalarımız araba ile arka arkaya gelmeye başladılar. Ablam, Seyran’a göndermek için büyük bir yaş pasta yaptı. Et, vakumlu sosisler, Türk tatlıları; hepsini bir torbaya özenle paketledi, bana sarıldı ve şöyle dedi: “Kendim gidiyormuş gibi çok endişeliyim. Beş yıldır bu buluşmayı bekliyordun. Aklım almıyor, inanamıyorum”. O günlerde tüm duygularımı bastırmak zordu ve onları özgür bıraktım. Ve ileride çok yakın bir insana giden uzun bir yol vardı.

Yeryüzündeki cennete yolculuk

Trende oturdum ve saatlerce pencereden dışarı baktım. Bazen düşüncelerim beni gerçeklikten uzaklaştırıyordu. Ama altın kırmızısı manzaralar, pencereye vuruyormuş gibi görünen güneş ışınları dikkatimi çekti. Sonbahar mevsimi. Yaprakların parlak bir dönüşümü ile böyle hızlı, sulu bir kırmızı parlaklık – bu tamamen farklı, büyülü bir mevsim, yaklaşan bir soğuk karşısında cesur bir sevinç sıçraması. Ne kadar ortak noktamız var, diye düşündüm. Sonbaharda evlendim. Sonbaharda Hac’dan döndük. Sonbaharda kocam tutuklandı. Mahkûmiyet kararı sonbaharda verildi. Ve şimdi, yine sonbaharda, Seyran cezaevine geldi ve ben ona gidiyorum. Düşüncelerimi mesaj sesi böldü. Çok sayıda insan merak etti, yazdı, dua etti. Bir mesaj şu satırları içeriyordu: “Güneş yüzünü yakmasın. Ruhunuz yağmurdan donmasın. Yolunuzda hiçbir engel olmasın. Su akıyor gibi gidin…”. Ve öyle de oldu. Eskiden geçilmez ve bilinmez olan yol şimdi çok kolay ve çok korkutucu değil gibi görünüyor.

Trende okumak için zaman var. Bu nedenle her zaman yanınıza kitap almanızı tavsiye ederim. Onlar iyi ve yardımsever arkadaşlardır. Bir toplama kampının korkunç koşullarında bulunduğunda bile empati duyan Etty Hillesum’un günlüğünü okudum. Şöyle yazıyordu: “Hiç korkmuyorum. Cesur olduğumdan değil, hâlâ insanlarla ilgilendiğim hissinden ve kim olursa olsun herkesin düşünce yolunu elimden geldiğince anlamaya çalışmak istiyorum. Ve bu sabah bir başka tarihî an daha oldu. Mesele zavallı Gestapo adamı tarafından azarlanmam değil, buna kızmaktan ziyade ona empati duyuyordum. Gergin, bitkin, ama aynı zamanda gerçekten nahoş ve uyuşuk görünüyordu. Gerçekten ona hemen psikoterapi önermek istedim, çünkü bu tür insanların sadece zarar vermedikleri sürece acımayı hak ettiğini çok iyi biliyordum. Ancak insanlığa salınırlarsa hayatî tehlike arz ederler”.

Kitaptan dikkatimin odağı yakınımda oturan kadınların konuşmasına kaydı. Biri diğerine soruyor:

– Peki, Kırım’da nasıl yaşıyorsunuz? Daha iyi mi yoksa daha kötü mü oldu?

– Daha iyi, elbette! Daha önce ne yollar ne de anaokulları vardı. Genel olarak, görülecek bir şey yoktu!

– Evet evet! Hatırlıyorum, eşimle 2010 yılında Kırım’a gitmiştik. Simferopol’de yolları görünce dehşete düştük. Ne yürüyebilirsin ne de araba sürebilirsin. Ve bu başkentte.

Bu konuşma bende istemsiz bir gülümsemeye neden oldu. Kadınlar bana dikkatle baktılar. Biri sordu:

– Kızım, sen de Kırım’dan mısın? Kırım Tatarı mısın? İnsanlarınız rehabilite edildi. Bir yasa var. Rusya’da daha mı iyi yaşıyorsunuz?

– Konuşmanızı bölmek istemedim. Ama madem sordunuz, cevaplayayım. Okullar, yollar, kreşler, sürgün edilenlerin rehabilitasyonu, inşa edilen camiler ve daha birçok maddî fayda – elbette, hepsi iyi. Bu, devletin güvence altına alması gereken toplumun güvenilirliğinin bir göstergesidir. Ama böylesine güzel, ama hayalî bir örtünün arkasında, tüm toplumun baskıları örtülürken, aramalar ve tutuklamalar sonucunda yüzlerce çocuk babaları hayattayken yetim, anneler ve karılar velisiz ve aile direksiz bırakılırken, uluslararası düzeyde Kırım’da güllük gülistanlık görüntüsü sergilediklerinde ve sivillere -İslami kimliğe ve benzersiz bir kültüre sahip bir halka- yönelik katliâm teröre karşı bir mücadele olarak sunulduğunda, o zaman güvenli ve sakin bir hayat kalmıyor. İşte çocuklarım (çocuklarımı göstererek). Neredeyse iki gün sonra babalarının yanına varırlar. Onlara sorabilirsiniz: Okulun lüks sınıflarında okumaktan mutlular mı? Mutlu bir çocuklukları var mı, değerleri ve öncelikleri neler?

Sessizlik monologumu takip etti. Ve kitabı okumaya geri döndüm.

Hayaller gerçek oluyor: gelecek şimdiden daha iyi

Ufukta Tula tren istasyonu. Gönül, uzun zamandır beklenen buluşmaya daha da yaklaştığımız gerçeğinden titriyor. Bu duyguları kelimelere dökmek çok zor. Telefonumda yüklü uygulamalar aracılığıyla Tula’dan Plavsk’a taksi sipariş ediyorum. Navigatör bir saat gösteriyor. Yoldayken AVITO web sitesinde kiralık konutlara bakıyorum[1]. Tek odalı bir daire buldum. Verilen telefon numarasını arıyorum. Bir kadın sesi dairenin dolu olduğunu söylüyor, ancak bize bir otel odası önerebilirler. Otele gittik, sahibi çıktı, beni ve Samiye’yi başörtülü olarak gördü, inanmaz şekilde baktı, nereli olduğumuzu ve Plavsk’ta ne aradığımızı sordu. Pasaportumu görmek istedi ve ilk sayfayı açarak şaşkınlıkla sordu:

– Tacikistan’da mı doğdun?

– Evet. Ebeveynlerim de öyle. 1944’te Kırım Tatarları Kırım’dan sürüldü. Bazıları Orta Asya’ya düştü, bazıları Asya’nın diğer tarafına.

– O da ne, Kurgan-Tüybe’de mi yaşadınız?

– Evet. 90’ların başına kadar.

– Benim kocam Tacik! Hem de oralı!

Konuşma sırasında Oksana’nın kocasının (otelin sahibi) büyükbabamı tanıdığı ortaya çıktı. Hayat hikâyesini anlattı; soğukluk ve mesafe kayboldu. “İhtiyacın olduğu kadar kadar kal. Misafirimiz olacaksınız” diyerek sözlerini tamamladı. Uyku zamanı geldi. Ama uyku yok. Navigatöre Beyaz Dağ yazıyorum, “5 dakikalık mesafe” gösteriyor. Gözyaşları kontrolsüz bir şekilde akıyor. Ah, Yüce Allahım, planlarımın benim için yaptığın planlarla ​​örtüşmesine izin ver, diye dua ediyorum Ona.

Sabah namazından sonra sabah 8:00’e kadar bekliyoruz. Sonra şehir merkezine doğru yola çıkıyoruz. Daha fazla et, baharat, sebze, meyve alıp cezaevine gidiyoruz. Personel biraz beklememizi istedi. Mahkumlardan biri şartlı tahliye ile serbest bırakıldı. Dışarı çıkıyor ve ailesine sarılıyor. Mutlulukları sınır tanımıyor. Yaradan’a “Allah hepimize Kırım’daki siyasî mahkûmları karşılamamız için bir gün versin” diye ağlıyorum.

Kırım’dan geldiğimizi ve Seyran’ı 5 yıldır görmediğimizi söylediğim cezaevi çalışanı şaşkınlıkla dinleyerek ürünleri kontrol etmeye devam ediyor. Belgeleri kontrol etttikten sonra:

– Bu nedir?

– Kurabiye.

– Ya bu?

– Köbete (Kırım böreği).

– Bu?

– Tava-lokum (Kırım böreği).

– Bu?

– Hurma, nar.

– Kırım’da nar yetişiyor mu? 

– Evet, Yalta’dan arkadaşlar gönderdi. Kendileri yetiştiriyorlar.

– İşe bak, başka bir gezegenden gibisiniz! Çalışan bir gülümseme ve ünlem ile söylüyor.

Kontrollerin ardından misafir odasına geçiyoruz. Koridor boyunca ilerliyoruz. Kabuk böceği ile süslenmiş duvarlarda, arka arkaya Rusya’dan manzaralar içeren tablolar var. Koridorun sonunda yemek pişirmek için geniş bir mutfak var. 15 metrekarelik bir odada bir masa, buzdolabı, TV, yataklar, Eyfel Kulesi tasviri olan bir resim var.

Annem elinde cezveyle kahve yapmak için mutfağa koştu. Kızım ve ben yatağa oturduk. Oğlumuz kapıya sırtı dönük duruyor. Ve sonra kapı açılıyor. Seyran yüksek sesle “Selam aleyküm” diyerek içeri giriyor! Oğlumuz selam vermek için dönüyor. Ve kocamın yüzü aniden değişiyor. Gülümsemesi şaşkınlığa dönüşüyor. Odaya göz gezdirip bana bakıyor. Sonra oğlumuza bakıyor. Sonra Kızımıza. Şok oldu. Bunların onun çocukları olduğuna inanamadı. Ve aynı zamanda, ondan tecrit edilmiş olarak kaç yılın geçtiğini anlamak onun için çok acı vericiydi. Salih’e sarıldı. İki gözü de yaşlarla doldu.

– Oğlum seni tanıyamadım. Seni personel zannettim. Boyun kaç?

– 1.78, baba.

– Benim de boyum 1.78!

– Ayakkabı numaran kaç?

– 43.

– Yaa, ben de 43 giyiyorum! Ne kadar büyümüşsün, oğlum!

Kızımıza geliyor. Samiye kalkıyor. Ağlıyor. “Ne kadar büyümüşsün, kızım. Küçüktün. Ve şimdi böyle prenses olmuşsun”, dedi Seyran, gözlerine inanamayarak. Gözyaşlarımı tutamayarak ağladım. Seyran daha önceleri bana “Ağlama, gözyaşlarını görmek benim için çok zor” derdi. Ama bu sefer bana yıllardır taşmış olan ruhsal kabı salma fırsatı verdi. Annem elinde cezveyle geldi. Seyran onun ellerini öpüyor. Sarılıyor. O anda, Seyran’a sarıldığında annem güçlü bir kadından küçük, savunmasız bir çocuğa dönüşmüş gibi geldi.

Akşam namazı vakti geldi. Seyran, oğluna “namazı sen kıldır” diyor ve gözleri yine yaşlarla doluyor: “Gerçekten oğlum büyüdü de namaz mı kıldıracak…” En son toplu namazımızı tutuklama gününde kıldık, 11 Ekim 2017’de. Ve şimdi, beş yıl sonra, bir aile olarak tekrar kıldık. İmanın tadı, Rabb’imin bağışladığı mutluluğa şükretme duygusu taştı. Bunu nasıl da özledim: kocamın arkasında alçakgönüllülükle namaz kılmak, korunmuş, güvende, huzurlu hissetmek.

Üç gün boyunca yeterince konuşamadık. Söylemek ve dinlemek istediğim çok şey vardı. Asil, iradeli bir kişilik gördüm. Seyran, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetini ezbere biliyordu, tüm râviler ile birlikte Peygamber Efendimiz (sav)’in birçok hadisini, alimlerin hayatından hikayeleri anlattı. Ufa tutukevinden Tula cezaevine kadar olan aşamanın ne kadar zor olduğundan bahsetti. Halkın durumu, haberler, Bahçesaray hakkında çok şey sordu. Kimseyi sormayı veya kimseden bahsetmeyi unutmadığı duygusu vardı. Sevgili kocam böyle insanlık dışı koşullarda yön değiştirmedi. Ömer ibn el-Hattab’ın (r.a.) arkadaşının dediği gibi, sabrı sayesinde en iyisini elde etti. “Biliyor musun, sanki o beş yıl hiç yaşanmamış gibi, dedim ona. Acı gitti. Rahatlama o kadar büyük ki, zorluklar, imtihan yükünün ağırlığı unutuldu”. 

En son ne zaman mutfakta bu kadar keyifle kanat çırptığımı ve farklı yemekler pişirdiğimi hatırlamıyorum. Aile için yemek pişirmenin tamamen farklı, özel bir duygu olduğu ortaya çıktı ve yıllar içinde bu duyguyu unuttum. Çocuklar mutluydu. Babalarının yanından hiç ayrılmadılar. Üçüncü gün kocam sevinçle yanıma geldi ve sordu: “Neden bana Samiye’nin namazı ayakta kıldığını söylemedin?” Samiye, diz eklemlerindeki hastalık nedeniyle iki yıl boyunca sandalyede oturarak namaz kılıyordu. Dehşete düştüm. Üç gün boyunca gerçekten ayakta namaz kılmıştı. Ama bunu olması gereken gibi kabul etmiştim. Geçmişi unutarak sanki öyle olmalıymış gibi düşünmüştüm. “Burada başladı,” dedim titreyen bir sesle.

Kızına yaklaştı.

– Kızım, dizlerin nasıl? Ağrıyor mu?

– Hayır. Artık ağrım yok baba.

Ona sıkıca sarıldı: “Alnında bir ben olan sevgili kızım. Güneşim”, bu sözleri birkaç kez tekrarladı.

Artık hoşçakal deme vakti. Kocam bana döndü gülerek:

– Şikayet ve öneriler kitabı var. Bir şey yazacak mısın?

– Tabii ki yazacağım. Getir lütfen. En az bir yüreğe ulaşmak mümkünse bile yaparım.

Seyran kitabı getirdi, açtım ve yazmaya başladım: “Kayınvalidem ve iki yetişkin çocuğumla Kırım’dan Kırım Tatar vatandaşı gazeteci kocama, Rusya, Ukrayna, uluslararası insan hakları örgütlerince siyasî mahkûm olarak tanınan kocama kadar 1.500 km’lik uzun bir yolculuk yaptık. Bir kişinin 15 yıllık cezasını suçsuz olarak çektiğini, delillerin gerçeği değil, yalan suçlamaları içerdiğini kendiniz, halkınız ve dünya kamuoyu bildiğinizde böyle “küçük bir neşe” ile kendinizi rahatlatmanız elbette çok zor. Ancak bu, minnettarlığımızı ifade etmemizi engellemez. Temizlik ve kabul edilebilir koşullar için teşekkür ederiz. Size sabır ve yumuşak kalpler diliyorum. Bu tür kurumlarda çalışmak duygusuzluğa yol açabilir. Hem sonra bir kişi adalet ve adaletsizlik arasında ayrım yapamaz. Siyahı beyazdan ayıramaz. Gazeteci, insan hakları aktivisti, Seyran Saliyev’in eşi, Saliyeva M.A.

Gözyaşı, karamsarlık, hüzün olmadan veda ediyoruz. İmanla, ümitle dolu: “İslam diyor ki, kocalarınız sizin için cennettir. Böylece Cennetin yeryüzünde olduğu yeri ziyaret ettim. O’nun bir hapishanenin içinde olması elbette paradoksaldır. Ama bu beni ne kadar mutlu olduğumu hissetmekten alıkoymadı. Sen benim cennetimsin. Bunun için de Allah’a sonsuz şükrediyorum.”

Kırım’a geri dönüyoruz. Ve düşünmeye devam ediyorum. Hayatımda başka bir hikâye var artık. Bir buluşma ve eve dönüş yolu, kilometrelerce uzun bir yolculuk, yorgun bir kalp hakkında. Tüm zor seçimler, sırt ağrısı, silik görme hakkında. Trendeyken sonbaharın nasıl geldiği hakkında. Canlı olduğunuzu, mutlu olduğunuzu keskin bir şekilde hissettiğiniz anlar; şeffaf, hafif, sanki parlıyormuş gibi. Ve yeni bir güçle daha ileri gitmek, çünkü “Gerçekten de gelecek sizin için şimdiden daha iyidir.” (Kur’an, tercüme, 93:4).

[1] Avito, Rusya’daki en popüler ilan sitesidir. [Emel]

TAVSİYELER

Fotoğraf Sergisi ve Konferans: “DAİMA BEKLEYECEĞİM, BALAM!”

18 Mayıs 1944 Kırım Sürgününün 80. Kırım’ın Rusya tarafından işgalinin 10 yılında, sizleri Kırım’da tutuklanıp …