KIRIM: UKRAYNA’NIN DİĞER ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ*
Yevgeny LERNER**
Çeviren: Bülent TANATAR
15 Ağustos 2023, CounterVortex
Siyasî sağda olduğu kadar siyasî solda, hatta liberter solda yer alan bazı kişiler de dahil olmak üzere pek çok müstakbel “barış havarisi”, saldırganı yatıştırmak için Ukrayna’nın “Rusça konuşan” olarak tasvir ettikleri bazı bölgelerden vazgeçmesi gerektiğini “çok yardımcı olacak şekilde” telkin etti.
Barış İçin Toprak mı?
Bu elbette birçok düzeyde saçma. Öncelikle, bugünün devam eden tam ölçekli işgalinin temelini atan şeyin tam olarak 2014’te böyle bir yatıştırma olduğunu artık biliyoruz. Putin 2014’te ele geçirebildiklerinden açıkça memnun değildi, bu yüzden 2022’de ordusunu Kyiv’in üzerine gönderdi. Putin’e Ukrayna’dan daha fazla parça vermek, hatta 2014’teki toprak gasplarını meşrulaştırmak, büyük olasılıkla onu önümüzdeki beş ila on yıl içinde Kyiv’in üzerine bir kez daha yürümeye teşvik edecek. Ne de olsa Kyiv, orospu çocuğunun kendi sözleriyle “tüm Rus şehirlerinin anası”.
Taviz barış getirmez. Ve eğer İkinci Dünya Savaşı’nın ilk evreleri bu ilke için klasik bir genel örnek sağlıyorsa, o zaman Putin’in Ukrayna’nın kontrolünü ele geçirmek için on yıllardır süren kampanyasının tırmanan eğrisi, bu özel durumda bunu yeniden teyit ediyor.
Şimdi dil meselesine gelince, bu tam bir dikkati başka yöne çevirme hamlesi. Bir buçuk yıl boyunca Moskova’nın günlük vahşetinden ve her Rus geri çekilmesinden sonra ortaya çıkan tüyler ürpertici dehşetten sonra, işgalci için tezahürat yapan çok sayıda “Rusça konuşan” Ukraynalı bulamazsınız.
Yine de, bu sözde “barış havarileri”, Ukrayna’nın parça parça nasıl dağılması gerektiğini tam olarak ortaya koyduğunda, Kırım her zaman bahsedilen ilk bölge olur. Ne de olsa Kırım, Ukrayna’nın açık ara en “Rusça konuşulan” bölgesi. Ve üzerinde ülke işareti bulunmayan Rus birlikleri ve Wagner paralı askerleri, yani kötü şöhretli “Yeşil Adamcıklar” tarafından dokuz yıl önce ele geçirildiğinden; Putin’in uzun süredir devam eden Ukrayna’yı yeniden fethetme hırsı ilk kez bir askerî işgal niteliği kazandığından beri Moskova’nın kontrolü altında.
Dolayısıyla bu “barış havarileri”, Rusya’nın Kırım Yarımadası üzerindeki fiilî kontrolüne, yarımadanın çoğunluktaki etnik Rus nüfusuna ve 2014 işgalinin hemen ardından işgalci askerî güç tarafından yürütülen son derece şüpheli referanduma işaret ediyor.
Anarşistler olarak, genellikle şu ya da bu devletin şu ya da bu toprak parçasının gerçek efendisi olup olmadığı konusundaki tartışmaları, herhangi bir şekilde pay sahibi olmaya değmeyecek bir şey olarak görüyoruz. Ve popüler siyasî iradenin gerçek ifadelerine en azından geniş bir koşullu saygı gösterme eğilimindeyiz.
Kimin Demokrasisi: Yerleşimci Sömürgeci Çoğunlukçuluk mu, yoksa Yerli Hakları mı?
Bu nedenle referandum, bunun bir barış nişanesi olarak hiçbir geçerliliği olmadığını kabul etsek bile, Moskova’nın Kırım üzerindeki iddiası için onu neredeyse ikna edici bir gerekçe gibi gösteriyor. Ancak biraz daha derine indiğimizde, bu referandumun bağımsız gözlemciler olmadan ve yurt içinde, Ukrayna’da ve başka yerlerde seçimlere hile karıştırma konusunda yerleşik bir geçmişe sahip bir Rus hükümeti tarafından gönderilen bir askerî güç tarafından yürütüldüğünü görüyoruz.
Oylama aynı zamanda yoğun bir tek taraflı propaganda kampanyası bağlamında yapıldı. Gerçek bir gizli oylama olmadığını da biliyoruz. Oy pusulaları, silahlı Rus askerlerinin gözleri önünde büyük şeffaf kutulara zarfsız olarak atıldı. Ve resmî Rus rakamları, %83’lük bir katılım ve ilhak için %97’lik bir oy olduğunu iddia ederken, Rusya Devlet Başkanı’nın İnsan Hakları Konseyi web sitesinde kısa süreliğine yayınlanan bir rapor, çok daha mütevazı bir % 30-50 katılımın yanı sıra ilhak lehinde kullanılan oyların % 50 ila 60 arasında olduğundan bahsediyordu. Geçen yıl, sadece iki ay sonra Ukrayna güçleri tarafından neredeyse evrensel bir yerel sevinçle kurtarılacak olan Rus işgali altındaki “Rusça konuşan” Güney Ukrayna şehri Herson benzer şekilde “ezici bir çoğunlukla ilhak lehinde oy kullandığında da, aynı gösterinin daha barizce gülünç bir performansını görmüştük.
Ancak bu konumuzun dışındadır, çünkü Anschluss referandum İsrail Knesset seçiminin tüm kurumsal bütünlüğü ve anayasal saygınlığı ile yürütülmüş olsaydı bile, sömürgecilik karşıtı bir bakış açısıyla, İsrail Devleti’ni değerlendirmemizle aynı nedenlerle tamamen gayri meşru olurdu. Çünkü, İsrail’in sözde “demokrasisini” çerçeveleyen demografik yapı gibi, Kırım’ın modern demografik yapısı da yerleşimci sömürgeciliği ve henüz hafızalarda tazeliğini koruyan bir soykırım tarafından yaratıldı.
O halde yarımadanın yerli halkı olan Kırım Tatarlarının ezici bir çoğunlukla sözde referandumu boykot etmesi şaşırtıcı gelmemelidir. Meclis’in (seçilmiş yasama organı olan Kurultay’ın yürütme konseyi) Avromaydan koalisyonunun aktif bir katılımcısı olması da. Ne de sahip oldukları insan hakları hareketinin yetmiş yıllık tarihinin tamamında şiddet karşıtlığından ilk kez vazgeçmesinde, yeni kurulan Ateş partizan grubunun Eylül ayından bu yana düşman hatlarının arkasına cüretkar baskınlar düzenlemesine de[1].
Kyiv’i Moskova’ya tercih etmeleri uzun süredir devam ediyor. Kırım Tatarları 1991’de anavatanlarında %4’lük küçük bir azınlık olmuş olabilir, ancak ülkedeki en dar farkla kazanılan ve genel katılımın en düşük olduğu oylamada Kırım’daki oyların Ukrayna’nın bağımsızlığına “EVET”e doğru itilmesinde etkili oldular. Kırım Tatarlarının insan hakları hareketlerine bağlı örgütler, neredeyse bütün toplumlarını sandık başına getiren köy köy oy kullanma çabası başlattılar. Meclis’in eski başkanı ve şimdiki Ateş’in siyasî lideri olan efsanevî Sovyet dönemi muhalifi Mustafa Cemilev’in[2] hatırladığı gibi: “Bizim yol gösterici ilkemiz, ülkemizin Ukrayna olduğuydu. Geleceğimiz onda yatıyor.”
2014’ün %13 ila %15’lik Kırım Tatar nüfusuyla gerçek anlamda demokratik bir 2014 referandumunun nasıl sonuçlanacağını kim bilebilir? Silahlı askerî sindirme yokluğunda özgür ve adil bir süreçle işler nasıl gelişirdi? Rus askerî istihbaratının işgalden yıllar önce Kırım Tatarlarına karşı etnik nefreti alevlendirmediği bir Kırım’da işler nasıl giderdi?
Ancak anarşistler olarak bu baştan çıkarıcı karşı-olguları göz ardı etsek bile, böyle bir durumda her zaman ezilen yerli halkın yanında yer almalıyız; ve salt yerleşimci-sömürgeci çoğunlukçuluğu tamamen göz ardı etmeliyiz. İsrail/Filistin söz konusu olduğunda bu kesinlikle böyledir, peki neden Kırım söz konusu olduğunda da durum böyle olmasın?
Kırım Tatar Etnogenezi
Kırım Tatarları, binlerce yıl boyunca yarımadaya göç etmiş çeşitli halkların (Yunanlılar, İtalyanlar, Ermeniler, İskitler, Gotlar, vb.) karışımının torunlarıdır. 13. yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan gelen Kumanların siyasî egemenliği altında yavaş ve kademeli bir Tatarlaşma sürecine girdiler. Ve büyük ölçüde Kırım Tatar dilinin temelini oluşturan Kumanların Türk dili ve aynı zamanda çok daha küçük olan diğer iki Kırım yerli grubunun, Kırımçaklar ve Kırım Karaylarının yakından ilişkili dilleriydi.
Kumanların da mensubu olduğu bir Orta Asya kabile konfederasyonunu ifade eden “Tatar” adını da buradan aldılar. Avrupalı coğrafyacılar yüzyıllar boyunca yanlışlıkla Orta Asya’nın tüm bölgesine “Tatarya” adını verdiler ve bu nedenle Rus İmparatorluğu, topraklarında yaşayan Türkçe konuşan halkların çoğunu resmî olarak “Tatarlar” olarak etiketledi.
15. ve 18. yüzyıllar arasında Kırım, önce Altın Orda’nın (kendisi de Moğol İmparatorluğu’nun bir parçası) yerel halefi olan ve daha sonra Osmanlı himayesi altında bir vasal olan Kırım Hanlığı’nın merkeziydi. Bu Müslüman yönetim, Kırım’ın yanı sıra aşağı Özü’yü, Azak Denizi’ni çevreleyen toprakları ve Kuban bölgesinin batı kısmını da yönetiyordu.
Kırım’ın İlk Rus İlhakı
Büyük Katerina’nın Rus İmparatorluğu, dokuz yıl önce 1768-1774 Rus-Türk Savaşı’nın sonunda imzaladığı ve hem Rus hem de Osmanlı’nın bölgeye karışmamasını garanti eden bir anlaşmayı açıkça ihlal ederek 1783’te Kırım’ı istila ve fethetti. 1783’teki ilk Rus istilası ve Kırım’ın fethinin yankısını, 2014’teki son Rus istilası ve fethinde duymamak elde değil. Burada da Rusya’nın eylemleri, Rusya, ABD ve Birleşik Krallık’ın, Ukrayna’nın Sovyet nükleer cephaneliğinin bir kısmının Rusya’ya devri ve Ukrayna’nın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na girişi karşılığında Ukrayna’nın bağımsızlığına, egemenliğine ve sınırlarına saygı göstermeyi ve Ukrayna’ya karşı askerî ve ekonomik saldırganlıktan kaçınmayı taahhüt ettikleri 1994 tarihli Budapeşte Memorandumu’nun açıkça ihlalidir.
Ancak 1783 yılına geri dönelim. İlk başta, yeni Rus yönetimi biraz uzlaşmacı gibi görünen bir tavır aldı. Katerina, en azından kağıt üzerinde, Kırım Tatarlarına mutlak bağlılık ve “medenî” Rus tebaası olma ve Hıristiyan Rus ordusunda hizmet etme isteği karşılığında bir nebze dinî ve kültürel hoşgörü teklif etti. Hepsinde biraz Aynanın İçinden kalitesi var gibiydi. Bir gün İmparatoriçe, Fransız büyükelçisine güzel bir Müslüman hanımın peçesinin ardını dikizlemeye çalışmasının ne kadar kabul edilemez olduğunu anlatırken, başka bir gün bir Kırım Tatar din adamı, yanında getirdiği dinî zulümle ilgili bir dilekçeyle ona yaklaşmaya çalışırken onun askerleri tarafından alenen kırbaçlanırdı. İşte onlar için hazırlanan “aydınlanmış despotizm” buydu.
Sonra, Kırım halk tabakasının Ruslarca çevrelenerek dışlanması (enclosure) vardı. Eski hükümdar Geray hanedanının ve Rus işgalinin ardından kaçan Beylerin mülklerine İmparatoriçe tarafından el konulup bunlar saray üyelerine açık artırmayla satılırken, Rus mülkiyet ilişkileri kavramları birdenbire eski Kırım ilişkilerinin yerini aldı. İslam hukuku ve yerel geleneklere göre, köylüler işgal ettikleri topraklar üzerinde yalnızca belirli feodal yükümlülükleri yerine getirmeleri koşuluyla kapsamlı haklara sahipti. Rusların toprak mülkiyeti kavramı ise oldukça farklıydı ve Kırım köylüleri birdenbire yaşam tarzlarının ayrılmaz bir parçası olan ormanlara, akarsulara, çeşmelere ve otlaklara erişimden mahrum kaldılar. Örneğin, yeni toprak sahipleri, daha önce ortak bir hayat idamesi kaynağı olan su için ücret talep etmek üzere su akışının yönünü değiştireceklerdi.
1790’da toplam Kırım Tatar nüfusunun yaklaşık üçte birinin çoğunlukla Anadolu’ya sürülmüş veya göç etmiş olduğunu söylemek yeterli. 1850’lere gelindiğinde, Rus Ortodoks din adamları camileri kiliseye dönüştürmeye ve (kendi deyimleriyle) Kırım Tatarlarını Hıristiyan inancına “geri döndürmek” için çalışmaya başladılar. Ne de olsa bu kilise adamları, onların kısmen Ermenilerin, Yunanlıların ve Gotların soyundan geldiklerini düşünüyorlardı. Bunun yanı sıra, özellikle 1853-1856 Kırım Savaşı’nın ardından sıklaşan Rus soylularının sürekli toprak gaspları, daha fazla sınır dışı edilmeye ve göçe neden oldu.
1864’te yapılan bir nüfus taraması, atalarının anavatanlarında zayıf bir Kırım Tatar çoğunluğunu gösteren son anketti ve 1897’deki büyük imparatorluk nüfus sayımı[3] (tüm imparatorluk Rusya’sının ilk ve tek eksiksiz araştırması) bile yerel yerli nüfusun bir çoğulluk oluşturduğu son nüfus sayımıydı. Toplamda, 400.000 ila 800.000 Kırım Tatarı, 1783 ilhakı ile 20. yüzyılın başları arasında göç etti veya sürüldü.
18 Mayıs 1944: Stalin’in Kırım Tatar Halkına Yaptığı Soykırım
Ancak bunların hiçbiri, 1944’teki kanlı sürgünle, sonraki yıllardaki aşağılayıcı yok sayılmayla (unpersonhood) ve ancak 1989’da kaldırılacak olan o koca 45 yıllık devlet zoruyla sürgünle uzaktan yakından karşılaştırılamaz. Ailem için Holokost, Filistin halkı için de Nakba neyse Kırım Tatarları için onların Sürgünlükleri odur. Cherokee Ulusu için Gözyaşı Yolu nedir? Yarımadanın Sovyetlerin işgalci Nazi güçlerinden geri alınmasının hemen ardından, NKVD yaklaşık 200.000 ila 400.000 kişilik Kırım Tatar nüfusunun tamamını topladı, silah zoruyla sığır vagonlarına doldurdu ve onları uzak Sovyet Orta Asyası’na sürgüne gönderdi. Kırım’ın tüm yerli Tatarlardan arındırıldığı ilan edildikten kısa bir süre sonra, NKVD “bir noktayı gözden kaçırdıklarını”, Arabat Dili adlı uzak bir sığlığı fark etti. Ancak başka bir tren hazırlamak yerine, herkesi eski bir tekneye yükleyip Azak Denizi’nin ortasında batırdılar. Enkazdan kaçmayı başaran herkesi vurdular.
Ve burada belirtmek gerekir ki, bunlar ezici bir çoğunlukla kadınlar, çocuklar ve askerlik yapamayacak kadar yaşlı ya da engelli erkeklerdi. Naziler Kırım’ı ele geçirmeden çok önce, askerlik çağındaki tüm eli ayağı tutan erkekler Kızıl Ordu’da ya askere alınmış ya da askere çağrılmıştı. Erkekler ailelerinden ayrıldı. Ordudan terhis edildikten sonra, Stalin’in zorunlu çalışma ordusuna alındılar ve ailelerinin yanına ancak yıllar sonra dönmelerine izin verildi.
Sürgünün ilk birkaç yılıyla birleştiğinde zorlu tren yolculuğu sırasındaki ölü sayısı çok fazlaydı. Resmî Brejnev dönemi KGB eksik sayımı bile %22’ydi. Ve Kırım Tatarlarının 50’lerin sonlarında Hruşçov Buzların Çözülmesi döneminde yapmayı başardıkları kendi nüfus sayımına göre, halklarının %46’sı yok edildi. Yürütülen ölçekteki bir “nüfus transferi” için hiçbir insanî hazırlık yapılmadı. Aileler, zeminde tuvalet için sadece bir delik bulunan, hayvancılık veya yük taşıma amaçlı kilitli tren vagonlarına tıkılmıştı. Birçoğu sırtlarındaki giysilerden başka bir şey olmaksızın yola koyuldu ve sert ve alışılmadık iklime sahip bölgelere bırakıldı. Orada, ya çadırlarda ya da yerde uyumak için sadece zemine sazların serildiği derme çatma penceresiz çamurdan kulübelerde yaşamak zorundaydılar. Birçoğu, günde 200-400 gram ekmekle, günde 12 saat, haftada yedi gün, zorunlu çalışma çetelerine, kömür madenciliğine ve inşaat işlerine alındı. Asker kaçakları görüldükleri yerde vuruldu.
Hatta daha yaşanabilir koşullara yerleştirilmiş aileler bile işlevsel olarak tutsak olarak tutuluyordu. Sıkı NKVD gözetimi altında yaşadılar ve belirlenen “özel yerleşim yerlerinden” dört kilometreden fazla uzakta yakalanan herkese bir GULAG’da 25 yıl ağır çalışma cezası verildi. Bu dört kilometrelik sınırın ötesindeki herhangi bir yolculuk için kumandanın izni gerekiyordu ve bir aile cenazesi için bile verilmesi pek olası değildi.
Bu arada, Kırım’ın ılıman ve güneşli ikliminde, etnik Rus yerleşimci sömürgeciler derhal sınır dışı edilenlerin evlerine getirildi. Sömürgeciler onların mobilyalarına, giysilerine, iç çamaşırlarına, yatak örtülerine, çocuklarının oyuncaklarına ve aklınıza gelebilecek her şeye el koydu. Bazı yer adları elbette ilhaktan hemen sonra ve tüm Rus emperyal yönetimi dönemi boyunca Ruslaştırılmıştı, ancak Stalin’in topyekûn kültürel soykırım politikası sistematik olarak Kırım Tatar yer adlarını bölgeden kovdu, camilerini ve mezarlıklarını yıktı ve eski elyazmalarından Kırım Tatar dilindeki Marksist-Leninist metinlere kadar kitaplarını yaktı. Lenin’in eski Yerlileştirme politikasına göre Kırım Tatarlarının özel statüye sahip olduğu Kırım Muhtar SSC, bir oblast’a dönüştürüldü. Ayrıca, “Kırım Tatarı” tanımı, nüfus sayımı ve pasaportun “milliyetini” kaydeden “beşinci satır” da dahil olmak üzere resmî hükümet yayınlarından ve belgelerinden kaldırıldı. Artık Sovyet devleti söz konusu olduğunda sadece farklılaşmamış “Tatarlar” oldular ve birdenbire Orta Asya’nın yerlileri oldular.
Bu, Stalin’in hükümdarlığı boyunca NKVD tarafından çeşitli Sovyet ulusal azınlıklarına karşı yürütülen birçok acımasız etnik temizlik operasyonundan biriydi. Yerli Rumlar, Bulgarlar ve Ermeniler de aynı yıl Kırım’dan çıkarıldı, ancak yalnızca Kırım Tatarları milliyet olarak silindi ve Gorbaçov yıllarına kadar sürgünde kalmaya zorlandı. Bazıları Alman işgalini ulusal bağımsızlık için bir ayaklanma başlatmak üzere bir fırsat olarak kullanmış ve Kırım’daki etnik azınlıkların benzer bir kaderle karşılaşmasından sadece birkaç ay önce köylerinde katledilmiş ve misilleme olarak sürgüne gönderilmiş olan Çeçen halkının bile Hruşçov yönetiminde evlerine dönmesine izin verildi.
Kırım Tatarlarına yönelik soykırım politikasının resmî gerekçesi, onların işgal sırasında Nazilerle işbirliği yaptıkları ve bu nedenle “Hain Halk” oldukları suçlamasıdır. Etnik temelde – ve soykırım noktasına varan – toplu cezalar dayatmanın tamamen canavarca ve görünüşte tamamen mantıksız olduğunu söylemeye gerek yok elbette. Ve ne sürgün sırasında ne de o zamandan beri Kırım Tatar halkı arasındaki işbirlikçilik oranının ortalamanın önemli ölçüde üzerinde olduğuna dair gerçek bir kanıtın sunulmaması şaşırtıcı olmamalıdır. İşin aslı, Naziler diğer durumlarda olduğu gibi geri çekilmek zorunda kaldıklarında “yardımcılarının” çoğunu yanlarında götürdüler. Oysa Nazi işgaline karşı partizan olarak savaşanların bile evlerine dönmeleri engellendi. Mesela en az 88 Yahudi çocuğu Nazilerden kurtaran ve Gestapo işkenceleri altında sessizliğini koruyan Saide Arifova, diğerleriyle birlikte o trenlere yüklendi. Ek olarak, NKVD’nin acelesi olduğundan ve Yahudi Kırımçakları Müslüman komşularından ayırt etmede özellikle ehil olmadığından, imha edilmekten kurtulmayı başaran bu az sayıdaki Kırımçak’ın büyük bir kısmı (%75’i Almanlar tarafından öldürülmüştü) da “Nazilerle işbirliği” gerekçesiyle cezalandırıldı.
Dolayısıyla, soykırımın bahanesi olarak “Nazilerden arındırma” Büyük Yalanı, sadece Putin’in geçen yıl aniden ortaya attığı bir şey değil, doğrudan Stalin’in oyun kitabından bir sayfa.
Etnik Ruslar, en azından hevesli Nazi işbirlikçilerinden paylarına düşeni sağlarken, bir grup olarak onlara karşı bu tür toplu cezaların hiçbir zaman uygulanmadığına da burada dikkat edilmelidir. Eski, devrilen Romanov monarşisi gibi, Stalin rejimi de etnik Rusları genel olarak Sovyet tebaası arasında en “güvenilir” kişiler olarak gördü ve onları, sınır dışı edilen tüm çeşitli nüfusların yerine yerleşimci sömürgeciler olarak yerleştirdi. Ruslar kesinlikle Alman tarafında savaşan “Vlasov Ordusu”nun veya Almanya tarafından Batı Rusya’dan aparılmış ve yerel halk tarafından yönetilen “Lokot Cumhuriyeti”nin varlığı nedeniyle hiçbir zaman etnik temelde hedef alınmadı. İşgal kuvvetleri adına Bir avuç bilinen ve suçlanan işbirlikçi, bekleneceği gibi idam edildi, ancak Ruslar hiçbir zaman “Hain Halk” olarak damgalanmadı.
Sürgündeki Kırım Tatarlarına dayatılan yasal engeller hiçbir şekilde hareket üzerindeki acımasız kısıtlamalarla sınırlı değildi. Örneğin eğitim hakları da reddedildi. İlk başta Kırım Tatarlarının 7. sınıftan sonra okula gitmelerine izin verilmedi. Daha sonra bu politikanın serbestleştirilmesi, liseyi bitirmelerine izin verdi ve kısıtlamaların daha da kaldırılması, üniversiteler onlara hâlâ kapalı olsa da, orta öğretim sonrası teknik eğitim için fırsat yarattı. Nihayet, Stalin devrilip öldükten sonra, eğitim üzerindeki son resmî kısıtlamalar kaldırıldı. Ancak o zaman bile, birçok meslek ve çalışma alanında, Sovyet Yahudilerine uygulananlara benzer, ancak onlardan daha şiddetli gayri resmî kısıtlamalar devam etti.
Geri Dönüş için Uzun ve Zorlu Mücadele
1967’de SSCB Yüksek Sovyeti, Kırım’da Daha Önce İkamet Eden Tatar Uyruğuna Sahip Vatandaşlar Hakkında 493 Sayılı Kararname’yi yayınladı; ve bu belge, haksız tehcirin tüm varoluş nedenini geçersiz ilan ettiği ve işlevsel olarak Kırım Tatarlarının artık SSCB’nin tam ve eşit vatandaşları olduklarını belirttiği için, birçok kişi tarafından uzun sürgünlerinin sonu olarak yorumlandı. Ancak bu fermanın vaadiyle evlerine dönen ilk Kırım Tatarları, Kırım’da başka bir gizli devlet emriyle oturma izni almalarının imkansız olduğunu kısa sürede anladılar. Görünüşe göre Kırım Tatarları, Kırım hariç, SSCB’de herhangi bir yerde yaşamakta özgürdü.
Bununla birlikte, 493 sayılı Kararnamenin yayınlanmasından bu yana ilk yılda, yaklaşık 12.000 kişi, yalnızca oturma izni olmaması nedeniyle iç pasaport rejimini ihlal ettikleri suçlamasıyla yargılanmak üzere yola çıktı, satın aldıkları evler yıkıldı ve apar topar kovuldu. Sadece 100 ila 150 kadarı öyle ya da böyle kalmanın yollarını bulmayı başardı. İkinci Dünya Savaşı savaş pilotu ve Sovyetler Birliği Kahramanı Abdüraim Reşidov bile, protesto amacıyla Simferopol’ün Lenin Meydanı’nda kendini yakmakla tehdit ettikten sonra anavatanında oturma izni alabildi.
493 sayılı Kararnamenin tipik Sovyet hilekarlığıyla Moskova, meselenin kapandığını düşündü. Resmî çizgi, Kırım Tatarlarının elbette Kırım’a dönmekte özgür oldukları, ancak sürgünlerine basitçe bağlandıkları ve gerçekten bunu istemedikleri yönündeydi. 1979’da Kırım Tatarları, kırk yıl sonra ilk kez Kırım’daki Sovyet nüfus sayımında, sadece farklılaşmamış “Tatarlar” olarak yeniden ortaya çıktı. Toplam 5.422 kişi, kararnamenin ilanından bu yana ülkelerine geri dönmek için gerekli tüm çemberleri atlamayı başardı ve bu, o yıl yarımadanın toplam nüfusunun beşte birini oluşturuyordu[4].
Kırım Tatar aktivistleri, 1950’lerden beri rehabilitasyon ve ülkelerine geri dönüş için özenle dilekçe veriyorlardı. İnsan hakları hareketlerinin ilk kuşağı, çoğunlukla nişanlı Kızıl Ordu gazileri ve ünlü İkinci Dünya Savaşı uçan ası[5] ve iki kez SSCB Kahramanı Amet-Han Sultan ve komünist partizan Mustafa Selimov gibi aktif Komünist Parti üyeleri tarafından yönetildi. Bu aktivistler, hâlâ içtenlikle inandıkları, gerçek Leninist ilkeler olduğunu düşündükleri şeylere yürekten çağrılarda bulundular. Gelecek nesil, Moskova’nın uzlaşmazlığı ve halklarının eve dönme hakkı için konuşan sadık, saygın Komünistler için bile devam eden zulüm göz önüne alındığında olayları oldukça farklı görme eğilimindeydi. Sürgünde büyüyen gençler reşit olmaya ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde öncü bir rol üstlenmeye başladıkça, birçoğu tüm Sovyet projesiyle ilgili büyüsünü yitirmiş, daha geniş Sovyet muhalif hareketi içinde ittifaklar kurmuş ve Batı’ya doğru bakmaya başlamıştır.
Kırk yıllık şiddetli mücadele, protestolar, tutuklamalar, hapis cezaları, açlık grevleri, kendini yakmalar, aşağılamaların üstüne yığılmış hakaretlerin ardından, glasnost ve perestroyka nihayet kitlesel geri dönüş için, yol boyu aksilik ve zorluklar yaşansa da, kapıyı açtı. 1987’de Gorbaçov’un emriyle konuyu tartışmak üzere üst düzey Sovyet yetkililerinden oluşan bir komisyon kuruldu, ancak bu komisyon, yarımadanın demografisinin 1944’ten beri ülkelerine geri dönüşün uygulanabilir olması için çok fazla değiştiği kibrine dayanarak Kırım Tatarlarının ulusal hareketinin her türlü teklifini ve talebini basitçe reddetti. Ancak bir yıl sonra, Özbekistan’da kanlı bir milliyetçi isyanın ardından başka bir komisyon kuruldu. Bu isyanın birincil hedefi, 1944’te anavatanları olan Gürcistan’dan soykırımsal bir sürgüne maruz kalan Ahıska Türkleriydi, ancak şiddet yanlısı Özbek milliyetçileri Kırım Tatarlarının evlerini de yaktılar ve Orta Asya’daki “demografinin” devam eden Kırım Tatar yerleşimine de pek sıcak bakmadığı gün gibi ortaya çıktı. İlk komisyondan farklı olarak, bu komisyon aslında müzakerelerine Kırım Tatar liderlerini dahil etti ve çok farklı bir sonuç verdi: Kırım Tatarlarını anavatanlarından uzak tutmak için özel olarak tasarlanmış tüm yasal engeller kaldırılacaktı.
Ancak tüm bunlardan sonra bile, geri dönüş çetin bir mücadele olarak kaldı. Çıkarılan yeni yasalara rağmen, Kırım’daki yerel bürokratların, hâlâ yerli halkın çalıntı evlerinde yaşayan ve şu anda Yarımada’nın geri dönen yerli halkına karşı ırkçı protestolar düzenleyen, hâlâ onlara “hain” diyen Rus yerleşimci sömürgecilerle aynı nüfustan geldiği ortaya çıktı. Hatta yerel Ruslar, Kırım Tatarlarının yerleşmesini engellemek üzere toprak satın almak için örgütlendiler. Bu nedenle, eski kötü devlet emirleri iptal edildikten sonra bile, yine de gerekli ikamet belgelerini güvence altına almak için yürüyüşler, gece gündüz gözcülükler, daha fazla açlık grevi ve hatta birkaç kişinin kendini öldürmesi gerekti.
SSCB’nin dağılmasından sonra yeni zorluklar ortaya çıktı. Yeni bağımsızlığını kazanan Ukrayna Cumhuriyeti, aktif olarak geri dönüş yolunda durmadı, ancak barınma yolunda da hiçbir şey sağlamadı. 1991 yılına kadar anavatanlarına dönmeyi başaran yaklaşık 150.000 Kırım Tatarına otomatik olarak Ukrayna vatandaşlığı verildi, ancak daha sonra geri dönenler diğer herhangi bir “göçmen” ile aynı maliyetli bürokratik süreçle karşı karşıya kaldı ve arazi hibe talepleri büyük ölçüde reddedildi. Geri dönenlerin çoğu kırsal alanlarda derme çatma evlerde yaşarken, Kırım Tatarcasını yeniden canlandırma çabaları Kyiv’den ziyade Ankara’dan daha fazla yardım alırken, kendisi de rezil bir şekilde bir umutsuz vaka haline gelen bir ülkede ekonomik olarak marjinalleştirildiler. Bununla birlikte, 2001 yılına kadar Kırım’da yaklaşık 260.000 Kırım Tatarı yaşıyordu.
Dolayısıyla Moskova inkâr edilemez bir şekilde Kırım Tatar halkının düşmanı ve eziyetçisi ve hem onların belirleyici tarihsel trajedisinin hem de ondan önceki yüzlerce yıllık zulmün mimarı olsa da, Kyiv de her zaman tam olarak onların yiğit patronu ve savunucusu olmadı. Ancak en kötü zamanlarda bile, Ukrayna Cumhuriyeti sadece kayıtsız veya dikkatsiz kaldı.
Bununla birlikte, son yıllarda durum bu açıdan belirgin bir şekilde daha iyi hale geldi.
Sonuç: Bugünkü Durum
2014 yılında Ukrayna parlamentosu Yukarı Rada nihayet Kırım Tatarlarını Ukrayna’nın yerli halkı olarak tanıdı ve 2015 yılında tehcir resmen bir soykırım olarak tanındı ve anıldı. 2021’de, Kırım Tatar insan hakları hareketinin uzun süredir devam eden bir başka talebi uyarınca, Ukrayna’daki yerli halk statüsü nihayet kapsamlı bir şekilde yasaya yazıldı ve gerçek bir yasal güç verildi. Bunların hepsi belki bir gün geç ve bir Hrivnası eksik, ama yine de bir şey.
Rusya Federasyonu ise, halefi olduğu Sovyet ve İmparatorluk Rus devletleri gibi, 2000’li yılların ortalarından itibaren işgalin çok öncesinden beri Kırım’da Tatar karşıtlığını alevlendirmek için aktif bir politika izlemiştir. Operasyonların ana üssü olarak Sivastopol’daki (Rusya tarafından Ukrayna’dan kiralanan) Karadeniz Filosu karargâhını kullanan Rus askerî istihbaratı, yerel Tatar karşıtı Rus şovenizminin hamisi olarak hareket etti ve 2004’teki hileli seçimlerin ardından Putin’in vekili Viktor Yanukoviç’in iktidara gelmesini engelleyen Ukrayna’daki Turuncu Devrim’in sonrasında kaos yaratmak için etnik nefreti kasıtlı olarak alevlendirdi.
Ukrayna’da Meclis, 1999’dan beri Ukrayna hükümeti nezdinde Başkan’ın danışma organı olarak resmî bir statüye sahiptir. 2014’teki Rus işgalinin hemen ardından, Rada ayrıca açıkça Kurultay’ı Kırım Tatar halkının resmî temsil organı ve Meclis’i de Kurultay’ın yürütme kurulu olarak tanıdı.
Bununla birlikte, Rus işgali altında, Meclis 2016’dan bu yana yasaklandı ve Simferopol’deki karargâhı Rus yetkililer tarafından gözdağı, baskı, Tatarsızlaştırma ve Ruslaştırma kampanyasının bir parçası olarak ele geçirildi.
Aktivistler, topluluk liderleri ve gazeteciler, işgal rejimi tarafından düzmece suçlamalar, yasadışı kaçırmalar ve düpedüz cinayetlerle uzun hapis cezalarına maruz kaldılar. Bu zulüm kesinlikle topluluk liderleri, aktivistler ve gazetecilerle sınırlı da değildir. Pek çok Kırım Tatarı da kolluk kuvvetleri tarafından taciz ediliyor, sadece günlük yaşamlarını sürdürmeye çalışırken, bazen onları toplumlarının diğer üyelerine karşı casus yapmak niyetiyle tutuklanıyor ve gözaltına alınıyor. Polisin Kırım Tatar evlerini araması rutin hale geldi. Kolluk kuvvetleri tarafından fiziksel taciz ve işkencenin yanı sıra, psikiyatrik kapatmayı bir siyasî baskı biçimi olarak kullanan aşağılık Sovyet uygulamasının son derece rahatsız edici dönüşü de raporlara yansıdı. Ve Moskova yönetimi altındaki diğer birçok Rus olmayan etnik azınlık gibi, Kırım Tatarları da Rusya’nın emperyalist savaşında zorunlu askerlik için özel olarak hedef alındı. 2017 ile 2022 yılları arasında, Kırım Tatar Kaynak Merkezi tarafından işgal altındaki Kırım’da yaklaşık 8.000 insan hakları ihlali belgelendi ve bunların 5.613’ü Kırım Tatar toplumu üyelerine karşı yapıldı.
İşgal güçleri, Kırım Tatar halk toplantılarını ve anma törenlerini ve Kırım Tatarlarının bayrağının ve diğer ulusal sembollerinin alenen kullanılmasını fiilen yasakladı. Camiler gözetleme için hedef alındı. İşgalden önce yarımadada 15 Kırım Tatar okulu bulunuyordu. Bu yıl itibariyle sadece 7 tane var ve Kırım Tatar dili artık hiçbirinde eğitim dili değil. Bu, işgal makamlarının Kırım Tatar dilini tamamen yok etmeye yönelik açık ve uyumlu çabasının bir parçasıdır.
Her bir Kırım Tatar yayın istasyonu ve biri hariç her gazete 2015 yılında faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı. Binlerce kişi Kırım’dan kaçtı veya sınır dışı edildi veya yeniden girişleri reddedildi. Bu arada, Putin rejiminin teşviki ve sponsorluğuyla Rusya’dan 300.000 yeni yerleşimci sömürgeci geldi.
Görünen o ki, Moskova hâlâ büyük ölçüde Moskova’dır. Tıpkı 1783’te, tıpkı 1944’te olduğu gibi. Ama Kırım da aynı Kırım’dır. Ukrayna’nın devam eden ulusal kurtuluş mücadelesi de Kırım Tatar halkının ulusal kurtuluş mücadelesidir. Ve eğer biz anarşistler olarak kendimizi hâlâ sömürgecilik karşıtı ilkelere bağlı tutuyorsak, o zaman en azından hangi tarafta olduğumuzu bilmeliyiz.
* 15 Ağustos 2023 tarihinde anarşist CounterVortex sitesinde yayınlanan bu metin, 12 Ağustos’ta Los Angeles Anarşist Kitap Fuarı’nda düzenlenen “Ukrayna ve Anarşist Enternasyonalizm” paneli için hazırlanmıştır. Aslı için bkz.
https://countervortex.org/crimea-ukraines-other-national-liberation-struggle/
** Yevgeny Lerner yazar, sanatçı ve aktivisttir. Kyiv’de doğdu, şimdi Brooklyn, NY’de yaşıyor.
[1] İşgal altındaki Kırım’da işgalci Rus güçlerine karşı “partizan” mücadelesi verdiğini iddia eden Ateş adlı grup hakkında kendi bildirilerinin yansıttıkları dışında pek bir şey bilinmiyor. Kırım Tatar millî hareketinin silaha sarılmama ilkesi yurt savunmasını içermemekle birlikte Kırım Tatarları adına mücadele ettiklerini söyleyen grubun, bildiğimiz kadarıyla, Kırım Tatar Milli Meclisi’yle kanıtlanmış organik bir bağı olmadığından yazarın “şiddet karşıtlığından ilk kez vazgeçildiği” şeklindeki önermesi kanaatimizce havada kalıyor. (EMEL)
[2] Yazarın Mustafa A. Kırımoğlu’nun (Cemilev) Ateş’in siyasî lideri olduğu şeklindeki mesnetsiz ve fazla cüretkâr iddiası kapalı ortamlardaki söylentilerin gerçek sanılmasından kaynaklanmış olabilir. Ayrıca Ateş’in Kırımoğlu’nu rehber, lider, yolbaşçı, vb. kabul ediyor olması (eğer öyleyse) Kırımoğlu’nu bağlamaz. (EMEL)
[3] Metinde 1899 olarak geçen tarih 1897 olmalıdır. (EMEL)
[4] Büyük ihtimalle Wikipedia’dan alınmış olan bu bilgi fahiş bir hata içeriyor. Perestroyka öncesi Kırım’da Kırım Tatarlarının sayısı en çok binde 5 mertebesindeydi. (EMEL)
[5] Uçan as deyimi ilk kez yoğun biçimde kullanılan savaş uçaklarının it dalaşlarıyla ünlendiği I. Dünya Savaşı döneminde ortaya çıktı. Kabaca beşten fazla savaş uçağını düşüren savaş pilotları için propaganda amaçlı kullanılıyordu. (EMEL)