NECİP H. FAZIL’IN ŞEHADETİ VE BORA H. FAZIL – ÜLKÜSAL’IN ANISI*
Güner AKMOLLA
Romenceden Çeviren: Saim Osman KARAHAN
1947 yılının sonlarında Necip, Ruslar tarafından arandığını öğrendi. Sapa köylerde saklanmaya başladı, güvendiği adamı, köydeşi Eyüp’ün yardımıyla, kırlardaki samanlıklarda geceliyordu. Böylesine müşkül bir durumda bile Dobruca’da bulunan Kırımlılara köy hocaları eliyle yardımlarını gönderiyordu. Dobruca’dakiler olsun, Türkiye’dekiler olsun, arkadaşları yurt dışına kaçması için ona telkinlerde bulundular. Namuslu adamın cevabı şu oldu: “Bu zor yıllarda, ağabeyim (Müstecib H. Fazıl – Ülküsal) Türkiye’ye gitmiş bulunurken, onun yokluğunda ben halkımı terk edemem!”
Hatırlıyorum, onun Türkiye’ye kaçıp kurtulmasını isteyenlerin mektuplarını getirenler Köstence limanına gemileriyle gelen Türk gemicilerdi. Bu gemilerden birine binip gitmesi için babama da (Şuayip Veli hoca) teklifte bulunmuşlardı. Çocukları ve yaşlı bir babası olduğunu öne sürerek o da kabul etmemişti. Bir tek avukat Hamdi Nusret Türkiye’ye kaçıp kurtulabilmişti.
Necip, Emel mecmuasının matbaasını Türkiye’deki ağabeyine, köylerde ve ücra yerlerde saklanıp yaşadığı bu dönemde göndermişti.** Azaplar’daki evine, kendilerine her türlü hak ve salâhiyeti vererek Gazi adında bir Tatar ailesini yerleştirmişti. Bu insanlar onun güvenini boşa çıkarmadılar.
17 Ekim 1948 günü Necip bir arkadaşı tarafından bazı evrak işini açıklığa kavuşturmak için bir randevuya, ya da başka bir rivayete göre, bir Kırımlı ile buluşmaya davet edilmişti. (O her şeyi uluorta konuşamazdı). Yolda, Köstence’nin merkezî sokaklarından birisinde, güpegündüz, sivil giyinmiş polisler tarafından durdurulup bir siyah arabaya bindirilir. Bu onun umum içinde son görünmesi olmuştur.
O andan sonra ondan hiçbir haber alınamadı. Tutuklandığı haberinin henüz çevrede yayılmasına bile vakit kalmadan, beş gün sonra ailesine, gelip onu morgdan almaları Emniyet tarafından tebliğ edildiğinde, onun artık ölmüş olduğu öğrenildi! Tutuklanması ve ani ölümü Tatarların, özellikle de aydınların yüreğinde büyük bir korku yarattı. En yakın akrabaları Mendu Memet, Tevfik İslâm ve Abdula Veli Şuaip rahmetlinin naaşını morgdan alarak ablası Saliha’nın evine, oradan da aynı günün gecesinde Azaplar’a götürdüler.
Komünist sistemde olağanüstü olayların karşısında insanın ilk kapıldığı duygu korkudur. Perişan bir vücudun bütün sinir liflerini titreten, buz okyanusları ile boy ölçüşen muazzam bir irsî korku! Eski dostlarından ya da uzak akrabalarından hiçbirisi koşup gelmedi. Bu tabiî bir şeydi, onun ölümü özgürlüğün ölümü demekti.
Yeğeni Lamia ölüm haberini akrabalara ulaştırdı. Kamyon büyük şehidin naaşını onun doğduğu köye alıp vardığı vakit, halktan insanlar gerçek gözyaşları dökerek onu karşılayıp aldı. Bugün bile, aradan 54 yıl geçtiği halde, (2002 yılında), anamın babamın o ağlamalarını unutamıyorum. Sadece bir şehidin ardından değil, bir emelin ölümü için, insanın içini parçalayan bir ağlama idi.
Derin bir sessizlik içinde ceset müslüman cenaze töresine göre yıkanırken, orada bulunanlar gördükleri işkence izlerini birbirlerine fısıldaşıyordu: iki ayak bileklerinde iki derin delik, kollarında yukarıdan aşağıya kadar zincir izleri, alnında yine zincirlerin açtığı uzun, kanlı yaralar; boyun derisi simsiyahtı ve hafifçe ısırılmış dili ağzından dışarı sarkıyordu… Vücudunu yıkayan üç hoca dehşet içinde kalmıştı, dilindeki ısırık izi korkunç işkenceler altında onun sorgulanma sırasındaki suskunluğunun delili idi. Bu büyük insan, tarihin bir kavşağında, hayatının, mücadelelerinin ve ölümünün büyük sırlarını kendisiyle birlikte öbür dünyaya götürmüştü!
Eşi, Sultan hanım, 14 yaşındaki kızı Süyüm, 12 yaşındaki oğlu Bora, yanlarındaki Saliha halaları ve Seyfettin amcaları milletlerinin başına yağan büyük acılardan kendi paylarına düşenin altında zari zari ağlıyorlardı!
Defin merasimi müslüman töresine uygun olarak, sessizlik içinde yapıldı. Necip ebedî istirahatgâhına, doğduğu köyün mütevazı tatar mezarlığında, babası ve anası Hacı Fazıl ile Şerife’nin yanına yatırıldı.
Halk efsanesi onu ölümsüzler saflarına yerleştirdi. Öldüğü günün gecesinde halk, onu yıkadıkları gusülhanenin içinden çıkan bir nurun köy içinden geçip mezarlığa kadar uzandığını gördü… Kırk gün, kırkıncı gün mevlidine kadar, şehidin bu nuru her gece ayan beyan görüldü durdu…
Yiğit insan artık yoktu, fakat ölmemişti, ebediyete kadar yaşayacaktı!
*
Necip ve Sultan Hacĭ Fazıl, |
Bora H. Fazıl – Ülküsal anlatıyor…
Bora Hacĭ Fazıl, 1950. |
Necip’in oğlu Bora’dan, korku ve acılarını bastırıp, ailesinin dramını 12 yaşındaki çocuğun gözleri ve yüreğiyle bize de anlatmasını rica ettim. 65 yaşındaki adam için bu iş pek kolay olmadı…
(Bora Ülküsal) – “Mircea cel Bătrân sokağındaki bir evde kirada oturuyorduk. 1948 senesinin sonbaharı idi ve ben o vakit yeni açılmış Tatar okulunda altıncı sınıf öğrencisi idim. 1948 yılı Romen eğitimi için de bir reform yılı idi. Bu reformu ben kendi üzerimde yaşadım, zirâ Köstence “Mircea cel Bătrân” lisesinde birinci sınıfı henüz okumuştum ki, sonraki yılda Tatar asıllı olanlarımız okula alınmadık, çünkü millî azınlıklar için kendi dillerinde okullar açılmış ve Tatar öğrencilerin hepsi Tatar okuluna devam etmek mecburiyetinde idiler. Okulumuz şehrin merkezinde, Cuza Vodă sokağında, arsası eskiden cemaatimiz tarafından satın alınıp yaptırılmış bir binada idi.
Erken olgunlaşan çocuklara mahsus bir sezgiyle evimizde neler olup bitiyor, bir örnek eş ve baba timsali olan babamda, şimdi gelip şimdi gitmesi, şimdi görünüp şimdi kaybolmasından dolayı bir şeyler olup geçtiğini biliyor ve duyuyorduk.
Gizlendiğini biliyor, büyük bir tehlike altında bulunduğunu hissediyorduk. Son zamanlarda eskiden bizde ırgat olan Lemnaru adında biri türlü bahanelerle sık sık bize uğramaya başlamıştı. O uğursuz günde de bize geldi, babamla bir şeyler konuştular, sonra birlikte dışarı çıktılar. Ben okuldan gelmiştim, demek öğleden sonra, derslerden sonra, saat 17.30 kararlarında olsa gerek, babamı en son o vakit, arkadan gördüm. Bu Lemnaru ile beraber Mircea sokağından Decebal sokağına köşeyi döndüler. Sağlam, güçlü vücudunu son defa görüyormuşum. Bir daha, 5 gün sonra, ölüsünü gördüm!
O gittiğinin akşamı annem İstanbul radyosunu açmış, “Ümitlerim hep kırıldı …” sözleri olan hüzünlü bir ayrılık türküsü dinliyordu. Bir şeyler sanki onu bir daha göremeyeceğimizi fısıldıyordu! O zamandan beri, şuuraltıma yerleşmiş bu mısra bana babamın tutuklandığı günün akşamını hatırlatır. Bu hüzünlü türküyü her duyduğumda ağlamaya başlarım …”
(Güner Akmolla) – Sevdiği misafirlerine kapısı daima açık olan Bükreş’teki evinin terasında ikimiz de, Bora 12 yaşında, ben 7 yaşımda olarak, ağlıyorduk…
“Ben çocuk olduğum için, babamın ölüm haberini bana kimse söylemedi, fakat annemin sürekli ağlaması, evimizdeki hareket ve ümitsizce çırpınışlar bana anlatılamaz bir acı veriyordu. Evimiz küçük olduğundan büyükler babamın naaşını Saliha halamın Flămânda sokak 46 numaradaki evine götürmeyi kararlaştırdılar. Biri, bu eve gidilecekse formola da ihtiyaçları olacağını söyledi. Mendu eniştem adamın ayağına bastı, ben de hayatımın en dramatik anlarını yaşadığımı…, babamın öldüğünü anladım!
Aynı günün akşamı az sayıdaki akrabamız ile çok az sayıdaki aile dostlarımız onu halamın evine getirdiler. Karanlık çöktükten içinde sonra kasımpatı demetleri bulunan bir kamyonla Azaplar’a hareket ettik. O zamandan beri kasımpatı çiçeklerini göreceğim gelmiyor…
45 kilometrelik yolu hep karanlıkta yürüdük, sanki etrafımızdaki karanlıkla içimizdeki yasın karanlığı git git bitmek bilmiyordu… Kamyonu kim çağırdı, kim kiraladı, kim yolu gösterdi, hatırlamıyorum. Yanımda kimler oturuyordu, gözyaşlarımı kim siliyordu, onu da hatırlamıyorum. Gecenin bir saatinde köyümüze vardık. Karşılayanlar sadece bizleri müzevirleyenlerdi. Diğerleri, komşu, akraba, köydeşler ise doğrulup bakmaya bile cesaret edemiyorlardı! Hatırımda kalan sadece annemin içler paralayan ağlaması! Allahım, ne kadar ağlamıştı annem!
Ertesi gün cenaze kalktı, bütün köy halkı geldi, dostlar da, düşmanlar da, üzüntü duyanlar da geldi, ama bundan sevinenler de. Hayatımın ilk cenazesiydi, ama bunun, babamınki olması mukaddermiş, beni hayatın diğer darbelerine hazırlıklı kılmak için!
Hoca efendinin cemaatten onun namına üç kere “Razısıñız mı ?” diye helâllık istemesi beni çok etkiledi. Ölmüş bir kimseden en temiz duygularla ayrılmamız gerektiğini telkin eden bir dinî adetti. Ben bu sorunun bilinmeyen şartlarda ölmüş olan babamdan sorulduğunu zannederek, yüksek sesle: “Razımız !” diye cevap veriyordum… Eve döndüğümüzde anneme hoca efendinin nasıl bir soru sorduğunu ve ben onun adına da nasıl bir cevap verdiğimi anlattım. Annem ağladı.
Babamın göğsünde, boynunda, kollarında mor lekeler bulunduğu hatırımda, elektrik şoklarının izleriymiş, sonraları öğrendim. Formollama sırasından kalma kesikler de bulunduğu için, neresi bu işlemden, neresi işkencelerden olduğunu anlamak güçtü. Emniyetten babamın kendi kendini astığını söylemişler. Fakat asılma ve intihar belirtileri yoktu.”
(Güner Akmolla) – Hoca olup onun naaşının yıkanmasına katılmış olan babam (Şuaip Veli hoca) anlatırdı, Necip’in vücudundaki işkence izleri uzun yıllar boyunca onun hafızasından silinmemiş, kâbuslar yaşatmış kendisine! Üçü ve yedisi verildikten sonra Bora ve ailesi Köstence’ye dönmüşler. Büyük acısının bir simgesi olarak aklında yer etmiş olan köyünü birçok yıl boyunca bir daha görmemiş. Köye gitmek istememesi 20 yılı bulmuş olabileceğini düşünüyor Bora !
(Bora Ülküsal) – “Cenazeden sonra Köstence’ye dönüp geldikten sonra her gün geçe hayatımızın gittikçe zorlaştığını, ağırlaşıp ıssızlaştığını hissettim. Hayatta kalma mücadelesi, ekmek, kira, okul masrafları kavgası bizi, babamı ve onun feci ölümünü unutturup, kasvet dolu o 1948, 1949, 1950 yıllarında ayakta kalmanın çarelerini düşünmeye itti. Annemin her şeyle nasıl baş edebildiğini, ne gibi şeylerimizi sattı, kimlere borçlandı, babamdan bir zamanlar cömertçe yardım gördüğü insanlardan biri bize yardımda bulundu mu, bulunmadı mı, bilmiyorum. O narin ve hastalıklı haliyle annem bize hem analık, hem babalık etti !
Okulda durumumuz zordu. Türk – Tatar tartışmaları bizi şaşırtıyor, bize uzak gelen bir lehçede kiril harfleriyle yazılmış ders kitaplarını yadırgıyorduk. Tatar mıyız, Türk müyüz, Kazah mıyız, bilemiyorduk.
Yedi senelik Tatar okulunu bitirdikten sonra “Mircea cel Bătrân” lisesinde birinci sınıfı okudum. Çok güzel hatıralarım olduğu bir dönemdir, Bükreş’te bugün bile görüştüğümüz, kimisi bakan veya “Ana Aslan” Enstitüsü gibi türlü kurumlarda müdür olan sınıf arkadaşlarım vardır. Fakat ben liseyi bitiremedim, çünkü annem, Allah rahmet eylesin, Reformdan sonra yeni açılan teknik liselerden birine gitmemden yana oldu. Böylece Dacia sokağındaki İnşaat Teknik Okuluna girdim. Fakat, hayatımda daima uğursuz bir “fakat” bağlacı ile karşılaşmışımdır, Mayıs ayında okulumuza Türk asıllı, UTM (Uniunea Tineretului Muncitor, Uteme – İşçi Gençlik Teşkilâtı) militanı, eski bir kunduracı, adı batasıca, Ramazan yoldaş geldi. Büyük bir toplantı tertiplendi, genç UTM üyeleri arasında, çağımızın en önemli meselelerinden biri olan, “gitgide şiddetli bir hal alan sınıf mücadelesi” konusu tartışıldı. Partinin sağlıklı saflarına zaman zaman “tehlikeli elemanlar” da sokulabiliyormuş. Benim gibi! Okulun müsamere salonunda şu komünist gürlemesi yankılandı:
– Tehlikeli bir sınıf düşmanımız olan Fazıl Bora ayağa kalsın!
Sınıf arkadaşlarımın arasında, tıklım tıklım dolu salonun arka tarafında bir yerde oturuyordum. Şaşkınlık içinde ayağa kalktım, çünkü ben herhangi bir ideolojiye düşman değildim!
Benim dramıma aldırmaksızın, o ses gürlemeye devam etti:
– Uteme üyelik cüzdanını teslim edip, aramızda casusluk etmemen için, hemen salonu terketmeye davet ediliyorsun!
Hak etmediğim bir suçlama karşısında, tarihin yeni bir haksızlığı altında ezilip büzülüp, utanç içinde çıkıp gitmekten başka ne yapabilirdim ?! 15 yaşımda ben, işçi sınıfı için bir tehlike idim! Babasız, yetim, akşamları yatağına aç yatan bir çocuğun tehlikeliliği ne kadar olabilirdi? Benim için okul uzun bir serüven oldu, ancak 1955 yılında, Bacău şehrinde bir gece lisesini bitirip, üçüncü sınıfta fark ders imtihanları vererek mezun olabildim.
Ondan evvel sırf Necip Hacı Fazıl’ın oğlu olduğum için hep horlandım, itilip kakıldım (bu ismim ve nesebimden ötürü neler çekmedim! Fakat asla pişman olmadım !) ve 27 Eylül 1952’de, onun babası da tutuklu olan Sami Malik Kadir ile birlikte Braşov şehrine tornacılık öğrenmeye gittim. (Çünkü artık annem de yanımda değildi, aynı yılın Nisan 17’sinde, büyük Tatar grubu olarak bilinenlerle birlikte, milliyetçilik ve SSCB düşmanlığı suçlamasıyla tutuklanıp hüküm giymişti).
O devirde traktörcülük ve tornacılık çok rağbet görüyordu, bu nedenle, cebimde kimden borçlandığımı unuttuğum, sadece tren biletine yeten paramla, yola çıktım. İki sene tornacılıkta çalıştım, işçi yurtlarında, kırkar kişilik odalarda kaldım. 204 ley aylık alıyor, öğle yemeğini kantinde yiyip, diğer öğünlerde ekmek marmelâtla idare ediyordum. Fiyatı 5 ley 20 bani idi.[1] Askerin, işçinin, belli günlerde de mahkûmların yiyeceği idi. (Hapisten çıktıktan sonra babamın ilk satın aldığı şey bir sandıkçık marmelât olmuştu. – G. Akmolla).
Benim kadar kimsesiz kalmamış olan yeğenim Sami hayat şartlarına dayanamayıp hemen döndü. Ben dayanmak zorunda idim. Kimin oğlu olduğumu da, babamın bir zamanlar Dobruca’nın en iyi cinsinden 50 hektar toprağına sahip olduğunu da, kendi araçlarıyla 200 hektar işlettiğini de, bir düşman olduğumu da unutmuştum…
Yine o tarihlerde Köstence sınır bölgesi ilân edilmişti, “eve” – ki burada artık bir evimiz yok, sadece akrabalarımız vardı – ancak özel bir izinle gelebilirdim! İkamet belgeme göre Braşov’lu idim. Buranın bir işçisi idim, tahsilime devam edemedim, o ortamda okuma meselesinin lafını bile edemezdim, ama yine de, babamın küçük kardeşi olan Seyfettin amcama ve eşi Nigâr yengeme ev sahipliği yapabildim. ….. Amcam yakındaki Buşteni’de fotoğrafçılık yaptı, yengem de Sinaia Turizm Bürosuna bağlı Caraiman otelinde kat sorumlusu olarak çalıştı. 1967 yılına kadar Sinaia da oturdular ki, o yıl, şanslarının yaver gitmesi üzerine, kendilerini Boğaz kıyılarındaki o hayaller şehri İstanbul’a atabildiler …”[2]
Ablam Süyüm Nurrettin Memet beyle evlenip Bacău şehrine yerleşince, ben de Braşov’dan ayrıldım.
Bununla ilgili olarak şunu belirtmem gerek. 1952 yılında hükümet 2 Mayıs ve Karaş Kulağı (Karaağaç Kulağı / Limanu) köycükleri arasındaki gölü denize bağlayarak, Mangalya’da bir askerî liman yapma kararı almıştı. Partinin nazarında her yerde düşmanlar kaynaştığı için, Mangalya sakinlerinin yarısı evlerini terkedip Ţăndărei veya Bicaz’a yerleşmeye mecbur tutulmuşlardı. Yeğenim Turan Celâl’in başına meselâ, böyle bir hal gelmişti, Mangalya’da, İtfaiye’nin yanındaki baba evine el konulup çıkmaya zorlanmıştı. Ama o gene de şanslı imiş, Köstence’deki akrabalarının yanında kalmaya izin alabilmişti.
Limanın inşaat işleri, eniştemin de çalıştığı DGSM – Askeri İşler’de bir müdürlük tarafından yürütülüyordu. Bu DGSM’nin bünyesinde askerlerin sosyal-politik menşeini araştırıp, “çürükleri” ağır işlerde kullanmak üzere seçen bir bölüm vardı.
1951 yılında eniştem Nurettin Memet Bacău şehrine naklini yaptırmıştı. Bazı işgüzar soydaşlarımızın onu Necip’in kızıyla evlendiğini “sicilleri temiz yurttaşlar partisine” ihbar eden imzasız mektuplarından kurtulmanın tek yolu bu idi! Böylece, 1954 yılının o ağır kışında, ben Bacău Akaryakıt İşletmesinde küçük bir memur olarak, hepimiz Bacău’da bulunuyorduk. …
1956 yılında, 8 seneye mahkûmiyeti bulunan annem, yaptığımız temyiz başvurumuz neticesinde serbest bırakılmıştı. Fakat 1958 yılında yeniden tutuklandı, 8 senenin hepsini hapiste geçirmeye mecbur tutuldu!
Böylesine büyük bir cezanın verilişine akıl erdirmeye çalıştım ama, o devirde “bunlar yok edilmelidir” şiarı yürürlükte idi ve gerçekten de herhangi bir eylemde bulunmayan anacığım, bu cezayla artık adı “Sigurantsa”dan “Sekuritate”‘ye çevrilmiş olan Güvenlik Teşkilâtının ilgisine “mazhar olmuştu”.
“Düşmanları” kovuşturma yıllarının son bulduğuna hükmederek 1956 yılında Köstence’ye, Fevzi dayımın Liniştei, sonraları Bărăgan olan sokağındaki evine geldim. Partinin ne diyeceğine aldırış etmeden yardımını esirgemeyen annemin yeğeni olan mühendis Ziya’nın sayesinde, Tortoman köyü Devlet Tarım İşletmesinde (D.T.İ,) muhasebeci olarak çalışmaya başladım. Fakat 1958’de işimden kovuldum, çünkü Parti sekreteri Neacşu adında biri, terslik bu ya, şimdiki müftü, Azaplarlı Yakup Mehmet’te traktörcü olarak çalışmış, eskiden varlıklı ve millî faaliyetlerde bulunmuş olan kişilerin hepsini tanımış. “Eski rejimin adamlarına” karşı çıkarılmış tedbirler kanununa binaen, “Tatarlığın” bütün “günahlarından” bu adam beni sorumlu gördü. …
1959, 1960 yıllarından başlayarak hayatım normale dönmeye başladı. Babamla başlamış olan “sınıf mücadelesi” sanırım, benimle sonuna geldi. Bu “mücadeleden” , ben daima cezalanan, onlar daima üstte, asıp kesenler iken, ben galip çıktım. …”
(Güner Akmolla) – Bora’cığım, hayatında, okullarda bütün bu başında gelenlerden sonra, sana musallat olanlara karşı ne gibi duygular besliyorsun? Babanı beş gün süre ile işkence edip öldürenlere karşı neler hissediyorsun? Katil işkencecinin adını öğrenebildin mi bari?
(Bora Ülküsal) – Katil işkencecinin küçük ismi Sarkis olan bir Ermeni olduğunu öğrendim. Uğursuz rejim tarafından alet olarak kullanılmış biri.
Diğerlerine ise acıyorum, çünkü 54 yıl sonra (2002’de), beni yok etmek isteyerek bana eziyet edenler bugün ya hayatta değiller, ya da ellerinde rezalet bir emekli maaşıyla, sürünüp günlerini sayıyorlar. O döneme bakınca yüreğim kan ağlarken, 1990’dan sonra durumumu düzelttiğime, başardığıma seviniyor, hâttâ epeyce iyi bir durumda bulunup aileme sürülen karalamaları defedebildiğime şükrediyorum”
* Güner Akmolla, Cartea İertării-Document Tatar, (Köstence 2002) adlı Romence kitabın 16-26. sayfalar arasındaki bölümü tercüme edilmiştir. (S.O.K.)
** Burada bir bilgi eksikliği olmalıdır. Müstecib Ülküsal bunların Kırım’a Azad Kırım gazetesine gönderildiğini yazmıştır. (Müstecib Ülküsal – Hatıralar, Ankara, 1999. s.278) [ÇN]
[1] Tahta kutularda satılan, Romanya’da en bol olan meyvelerden, 3 kiloluk erik marmelâtlarıydı; marmelât sözü erik ezmesinin adı olmuştu. – (S.Osman K.)
[2] Seyfettin beyin, Köstence’ye gelip yerleşmelerinden evvel, Sinaia da oturduklarında yaptığı başvurusu üzerine, Câmpina Emniyetinden Türkiye’deki akrabasını ziyaret için pasaport verirler. Nigâr hanım da eşinin o sıralarda Türkiye’de bulunduğunu Emniyet’ten gizleyerek, Köstence’den İstanbul’a tertiplenen, iki gün süreli bir turistik gemi seyahatine katılır, İstanbul’da kafileden ayrılıp kayıplara karışır! Karı koca Türkiye’de kalırlar. – (Saim Osman Karahan)