OCAĞIMIZ SÖNMESİN

Kitabiyat

 

‘OCAĞIMIZ SÖNMESİN’

Özge Kandemir TEMİZEL

 

Ocağımız Sönmesin

Refik ÖZDEK

Ötüken Neşriyat, İstanbul, 5. Basım: 2017

ISBN: 978-9754375237

254 sayfa, 12 x 19.5 cm.

 

Eski Türk dinlerinde ateş kültü önemli bir yer tutmaktaydı. Bazı Türk topluluklarının inancına göre ateşin yakıldığı ocak, çıkardığı ses, aldığı renk, ettiği hareket çeşitli anlamlar kazanmıştır. İslamiyet öncesi Türk geleneklerinde genel olarak ateş, “saygı gösterilmesi gereken, onurlandırılan” veya “tanrının izni ve kudretiyle yaratılmış, çoğaltılmış, ruhu olan varlık” anlamlarına gelmekteydi. 

Prof. Abdulkadir İnan’ın Eski Türk Dini Tarihi kitabında ateş kültüyle ilgili: “Altay Şamanistlerinin dua ve ilahilerinden anlaşıldığına göre en büyük tanrı Ülgen’dir. A. Anohin’in tespitine göre; Ülgen iyilik eden bir varlıktır. Ay ve güneşin ötesinde, yıldızların üstünde yaşar. Ateşi yaratan, insanlara açıklarını tutuşturup veren, sacayaklarını ocaklara yerleştiren odur.

İlk insanlar meyve ve otla beslendikleri için ateşe ihtiyaçları yoktu. Tanrı onlara et yemeklerini emir ettikten sonra ateşe ihtiyaç hâsıl oldu. Ülgen gökten biri kara, biri ak iki taş getirdi. Kuru otları avucunda ezerek bir taşın üzerine koyup diğeriyle vurdu,   otlar ateş aldı.  Ülgen böylece ilk defa ateş yakmasını insanlara öğretip “Bu ateş, atamın kudretinden taşa düşmüş ateştir.”  dedi. Bundan dolayıdır ki Altaylılarda ve Yakutlarda ancak çakmaktaşından elde edilen ateş kutlu sayılmaktadır.  Yakut Şamanistleri ayin ve törenler için kullandıkları ateşi çakmak taşıyla elde ederler ve bu ateşe “ayı out” (mukaddes ateş) derler; kibritle yakılan ateş ise  “nuçça out”  (Rus ateşi)  tesmiye olunur ve ayinlerde kullanılmaz.   Bununla beraber aile ocağında yanan ateş, nasıl yakılırsa yakılsın, kutlu sayılır.”

Aile, hiç şüphesiz dünyadaki tüm varlıklar için en önemli kavramdır. Türkler de aile kavramını Ata’nın yaktığı ateş, ananın kurduğu ocak anlayışı etrafında şekillendirmiştir. Bu durumda ateşin; birleştirici ve bir arada tutucu olduğu yorumu yapılabilir. 

Ocağın sönmemesi soyun sürdürülmesiyle ilgili olduğundan devamını sağlamak büyük bir önem taşımıştır. Birlikte yaşanılan ev/ocak, ata ocağına dayanmakla değerlendiğinden, Türk töresine göre; kardeşler evlenip yeni evler kurduklarında ailenin en büyüğü eski ateşin korlarını, yeni evin ocağına koyup bir ateş yakar. Böylece kutsal baba ocağını devam ettirir, en küçük oğul ise eski ateşin sahibi olur ve ateş prensi manasına gelen “Odd-Tigin sıfatıyla baba evinde oturmaya devam ederek ata ocağını sürdürürdü.

Aile ocağındaki ateş canlı bir varlık olarak tasavvur edildiğinden beslenmiş, geceleri söndürülmeden uyutulmuş, sabahları uyandırılmıştır. Ateşin sönmesi uğursuzluk sayıldığından ocak daima canlı tutulmuştur. Aile ocağında yanan ateş nasıl yakılırsa yakılsın kutsal kabul edilmiştir.2 Aile ocağının bu kutsal ateşinin söndürülmemesinde, ocak tütmeyen evin yaşamıyor olması düşüncesi de yatmaktadır. Öyle ki aile büyükleri, ocakta yanan ateşin hiç sönmeden nesiller boyu devam etmesi için balalarını sık sık tembihlemiş; bu geleneğin kıymetini küçük yaşta öğretmişlerdir. 

Ne yazık ki Türkler, yüzlerce yıl göçlere maruz kalmıştır. Kimi, ocağının ateşini söndürmeden geri döneceğiz umuduyla kapısını bile kilitlemeden çıkıp gitmiş; kimi, ocaktan aldığı közleri teneke kutulara paylaştırıp aile fertlerine dağıtmış ve herkes elindeki ateşi söndürmeden göç ettiği yere götürmüş. Göç yollarında sönmeyen odlar, umut ve teselli olmuş. 

Günümüzde Anadolu’nun birçok köyünde; Balkanlar’dan, Kırım’dan, Ahıska’dan göç eden Türkler, terk etmek zorunda kaldıkları Atayurtlarının ateşini yeni evlerinin ocağında hala söndürmeden tüttürmektedir. Balkanlarda doğan Refik Özdek de bu geleneğin içinde büyümüş; teması “Ocak söndürmeme” üzerine olan bir roman yazmış. Roman, diasporada yaşayan Kırım Tatarlarının pek tanıdık olduğu göç hikâyesi etrafında şekillenmiştir. 

“Küçük kuşlar yine cıvıl cıvıldı ama 

Türklerin kulağına ‘göç! göç! göç!’ 

diye geliyordu ötüşleri.”

1989 yılında Ötüken Neşriyat’tan çıkan; Refik Özdek’in “Ocağımız Sönmesin” adlı eseri, göçe zorlanan tüm Türklerin yüreğine kor gibi oturuyor; atalarının yaşamlarını okuyormuş hissi veriyor. Roman, 93 Harbinin Türklere karşı acımasız etkisi ve sonuçlarının etrafında yazılmış. Kırım’dan Balkanlara yıllar önce göç etmiş olan Türkler, 93 Harbinde de balalarını ve namuslarını korumak için göç yollarına düşmek zorunda kalıyor. 

Yapılacak olan zorunlu göç hazırlığı ve komutası, bu konuda en güvenilir kişi olan Şevki Babaya Paşa tarafından veriliyor. Eve geldiğinde omuzlarındaki yükü ve yüreğindeki hüznü belli etmiyor kimseye. Ancak sorduğu bir soru, eşi Saniye’nin “göç olacak” kuşkusunu düşürüyor yüreğine:

  • “Ocak yanıyor mu Mesude?
  • Yanıyor baba.
  • Ne yanıyor?
  • Tezek.
  • Sen biraz odun at ocağa, kor biriksin, ince külü de biraz fazla biriktir.

… 

Çok ateş, çok kül… Çocuklar bilmezdi bunun anlamını…”(Özdek,2017:15)

Göç yolunda Edirne, onlar için hayal edilebilen en güzel ve en huzurlu yer. Kafile bölünüp sayıları azaldığında, yiyecek tek lokma bulamadıklarında, birçok şehit verdiklerinde bile Edirne’ye yaklaşma düşüncesi, bir deri bir kemik kalan bedenlerine güç oluyor.

Edirne’ye varma düşüncesinden yüreklerini daha da cesaretlendiren “od”ları (ateş) var. Kırım’dan Balkanlar’a gelirken atalarının yanlarında getirdikleri Kırım ateşini, Balkanlar’dan Anadolu’ya söndürmeden getirmek, onların en kutsal görevleri:

“-Ocaktaki ateş hiç sönmeden ne zamandan beri yanıyor, bilir misiniz?

– Bilmem baba, dedi Mesude, hiç sönmedi ki.

– Bilmezsiniz, ben de bilmem, anan da bilmez. Hiç sönmeden yanıyor, hiç sönmeyecek. Yüzlerce yıldan beri, binlerce yıldan beri hiç sönmedi! Nereye gitsek, kül içinde ocağımızdan aldığımız odu taşırız. Onunla tutuştururuz bütün ocakları. Odu, ocağı söndürmemek bizde kutsal bir gelenektir. Şu ocağın odunu, Akmescit’teki evimizin ocağından getirdik. Dedelerimize dedelerinden, onlara da daha önceki dedelerinden kalmış. Bizim orada her aile böyle saklar ateşini. Odsuz, ocaksız kalmak tükenmektir. Akmescit’ten buraya aylarca sürünerek geldik. Ama od sönmesin diye her şeye katlandık. İçinde köz bulunan külleri, küçük kutulara çömleklere doldurup yanımıza aldık. Her birimizde bir od kutusu vardı. Birimiz ölüp yitersek öbürümüzün ateşi yanık kalsın diye. İnsanlar bir yerden başka yere göç ederler, ama ocak söndürmek için değil, söndürmemek için. Od taşımanın anlamı budur işte. Amacımız odur ki ocaklar yanar olsun, bacalar tüter olsun. Ocaklar sönerse aile söner, soy-sop söner…” (Özdek, 2017: 17)

Roman, Şevki baba ve ailesinin etrafında şekilleniyor. Birbirine sımsıkı bağlı olan aile bireyleri Şevki Baba, Saniye Ana, Mesude ve Selim göç yolunda kayıplar verseler de metanetlerini her zaman koruyorlar. Selim’in bağlı olduğu yalnız ailesi değildi; Altıntay’ı vardı. Tulça’dayken küçük tayın bakımı Selim’e aitti. Kimse Altıntay’ı bu kadar çok sevemezdi Selim’den başka. Bu bağlılığın, son sözü “Odları söndürme!” diyen birinin canına mâl olacağını bilseydi bu kadar karartır mıydı gözünü? 

Göç temasını süsleyen bir aşk hikâyesi: Mesude ve Rasim… Umutsuzluk çölünde yeşeren bir çiçek misali onların aşkı; saf ve yürekten…  

“Mesude’nin uzanmış iki kolu havada kaldı. Rasim, vagonla beraber yürürken bağırıyordu:

̶  Ocağımızı söndürme, bacalar tüter olsun…” (Özdek, 2017: 253)

Göçün kaçınılmaz zorluğu, kitapta öyle derin işlenmiş ki sayfaları çevirdikçe yüreğinizin burkulduğunu hissedeceksiniz. Büyüklerimden dinlediğim; atalarımın 93 Harbinde Kırım’dan Balkanlar’a, Balkanlar’dan da Anadolu’ya göç ettiği gerçeğine, “Ocağımız Sönmesin”de şahit olmak, ‘Bizimkiler 93 Harbinde Kırım’dan göç etmişler.’ cümlesini söylemek kadar kolay değildi…

TAVSİYELER

MÜSTECİB ÜLKÜSAL’I KABRİ BAŞINDA ANDIK

Emel dergimizin kurucusu, başyazarı, Kırım Milli Kurtuluş Merkezi Başkanı, Emel Kırım Vakfımızın kurucusu ve 10 …