8 MART: ESKİDEN VE ŞİMDİ
Lilya TANATAR
8 Mart benim için baharın bir müjdesiydi, çocukluğumdan kalan güneşin, çiçeklerin ve parfüm kokusunun bir karışımıydı. 8 Mart emekçi kadınların günü olarak değil de, SSCB’de farklı bir formatta olan kadınların, genç kızların, hatta her yaştaki kız çocukların kutladığı bir gündü. Aslında bakarsanız, 8 Mart resmî olarak tatil günüydü, bu nedenle tüm kutlamalar 7 Mart’ta gerçekleşirdi. Öğretmenlerimiz çok şık, güzel giyinmiş olur, masalarında çok sayıda çiçek buketleri bulunur, yani etrafta çiçek ve parfüm kokulu bir bayram havası eserdi. Biz de, kız öğrenciler, her sene sınıftaki erkek öğrencilerimizden küçük hediyeler alırdık, genellikle bir kitap olurdu bu. Bir defasında ise hediye şirin lacivert bir fulardı. Hediyeler sınıftaki sıralarımıza konulurdu. Orta Asya’nın sıcacık güneşi ve her köşede satılan rengârenk çiçekler tabloyu tamamlardı. Sokaktaki tüm kadınların yüzleri gülerdi. Sizi tanıyan tanımayan, geçen her erkek muhakkak sözlü olarak kutlardı hanımları. Üniversite yıllarımı geçirdiğim Sibirya’nın başkentinde de, hava şartlarını saymazsak, her şey hemen hemen aynıydı. Hava şartları derken, bayağı soğuk kış aylarından söz ediyorum, -25, -15 derecelerdeydi hava durumu. Burada da aldığımız hediyeler genellikle bir kitap ve karanfil olurdu. Çiçekler uçaklarla Orta Asya ve Azerbaycan’dan Sibirya’ya getirilirdi. En dayanıklı olduğundan karanfiller tercih edilirdi. Hediyelere ek olarak, yurtta kesilen pastalar ve içilen çaylar eklenirdi farklı olarak.
Sonra… 1991 yılı geldi ve çok büyük olaylara tanık olduk. Kimin aklına gelebilirdi ki koskoca SSBC bu kadar hızla dağılıverir diye. Fakat oldu. Herkesin kafası karışık, kimi seviniyor, kimi üzülüyor. SSBC istikrar demekti, sabit maaş, sabit hayat, sabit gelecek. Ve bir anda bunlar yok oluverdi. Gençler, bilim adamları, ticarî kafası olanlar hiç vakit kaybetmeden Batı ve Amerika’nın yollarını tuttu. Fakat bizim Kırım Tatarlarının önceliği Vatan olunca, yurtdışına göç etme planlarını aklımıza bile getirmedik. Hatta 80’lerin sonuna doğru Kırım’a dönmeler başlamıştı bile. Ve işte tam da bu noktada Kırım Tatar kadınlarının ne kadar büyük bir rol oynadığını hepimiz gördük. Yıllarca sürgün yerlerinde eşleriyle birlikte sıfırdan inşa ettikleri ve gece gündüz çalışarak güzelleştirdikleri evlerini, bahçelerini, mallarını, mülklerini bırakıp Vatan yolunu tuttular. Geri dönüş hiç de kolay olmadı. Kimse kucak açıp beklemiyordu, hatta düşmanca bakıyordu sözüm ona “yerli” halk. Ne yerleşme izni veriliyordu, ne de doğru dürüst iş imkânları.
Kezlev’deki (Yevpatoriya) sıfırdan kurulan “İsmail Bey” kasabasına ilk gelen vatandaşlarımız uzun süre çadırlarda kaldılar. Çoluk çocuk inanılmaz zor şartlarda hayatta kalmaya ve Vatanlarında tutunmaya çalıştılar. Sık sık polis (militsiya) baskınları düzenleniyordu. Çadırlarda kalmaya bile izin yoktu. Araziler devlete aitti ve bizim gibiler için orada “yerleşmek” yasalara aykırıydı. Bu olumsuz şartlara rağmen, kadın-erkek, el ele cesurca direniyor, protestolar yapıyorlardı bedbaht halkımızın mensupları. Kadınlarımız bu inanılmaz şartlarda dimdik ayakta kalıyorlardı. Çadırlarda birkaç aile bir arada kalıyor, açık havada ateş yakıp koca kazanlarda yemek pişirip senin benim demeden her şey ortak paylaşılıyordu.
1991 senesi Ukrayna bağımsızlığını ilan etmişti. Ben 1992’de geldiğimde halkımız resmî olarak 6 dönümlük arsa izni alıp yavaş yavaş inşaatlara başlamıştı. İlk yıllarım vremyanka’da (gecekondu benzeri bir yapı) geçti, içinde soba olan, küçücük, tek bir oda. Fakat bir önceki seneye kıyasla bu bayağı konforlu bir ortam sayılıyordu. Gerçi ne elektrik, ne su, ne de gaz vardı ilk zamanlar. Sürgünlükte, on yıllar içinde, Orta Asya’da ebeveynlerimizin dişleri tırnaklarıyla kurdukları güzel konforlu evlerimizden sonra kendimizi bu ilkel ortamlarda bulmuştuk: gaz lambaları, soba ve kamyonlarla getirilen su. Yeni ev almak neredeyse imkânsızdı, çünkü Orta Asya’da evler bedavaya yakın bir paraya satılırken Kırım’daki fiyatlar onun 30 katı kadar daha pahalıya satılıyordu, kabaca 1,000 dolara karşılık 30,000 dolar. Ekonomik krizin boyutları o kadar büyüktü ki insanlar çok zor geçiniyorlardı. Kırım Tatarlarına düzgün iş pek verilmiyordu. Erkekler ancak inşaatlarda, vb. ağır işlerde ve kamyon şoförleri olarak çalıştırılıyorlardı. Kadınlar, eğer eğitimini aldılarsa, hemşire olarak çalışabiliyorlardı ancak. Şehir pazarında öğretmenler, mühendisler, hatta tanıdığım bir fizik profesörü gibi birçok insan geçinmek için bahçelerinde yetiştirdikleri meyve-sebzelerini satıyorlardı. Çevremde parmakla sayılacak kadar kadın kendi mesleklerini devam ettirebilmişlerdi. Örneğin, bir komşumuz Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (Sobes, sotsialnoe obespeçenie) iş bulmuştu, bir iki kişi muhasebeci olarak çalışıyordu ve şanslı olanlardan bir de ben vardım. Hatta Kezlev’deki (Yevpatoriya) Devlet Hastanesi’nde tam gün çalışmak üzere ana kadroya alınan ilk Kırım Tatarıydım. Kırım Tatarları o yıllarda tercih edilmiyordu, bana yeşil ışığı yakan Sibirya’da, Novosibirsk Üniversitesi’nden aldığım tıp diplomam olmuştu.
İşyerlerimiz şehrin merkezindeydi, işbaşı saatine, 8.30’a yetişebilmek için sabah 5 gibi kalkmak zorundaydık, çünkü işe ulaşmak için uzun bir yaya yolculuğu bizi bekliyordu. Otobüslerin kalktığı durak yaşadığımız kasabanın epey ilerisindeydi, asfalt yolun başladığı ve görece “medeniyetin” başladığı bir yerdi. Fakat benzin sorunu sık sık gündeme geldiği için otobüsler çoğu zaman kalkmıyordu, bazen bu durum aylar sürebiliyordu. İsmail Bey kasabasında yolların olmadığı bir dönemden söz ediyorum, hele yağmurlu ve karlı mevsimlerde resmen balçık gibi çamurlu toprakta hareket etmekte zorlanıyorduk ve bu şekilde kilometrelerce yürümemiz gerekiyordu. Biz diyorum, işte o 3-4 çalışan Kırım Tatar kadınlarımızı kastederek. Yanımızda muhakkak bir yedek ayakkabı olur, asfalt yola ulaştığımızda kendimize çekidüzen vermeye başlardık. İşe 5 dakikalık mesafede, sıcacık evlerinden kalkıp gelen diğer çalışanlardan görsel olarak hiçbir eksiğimiz yoktu, fakat ne kadar çaba harcadığımızı bir de bize sorun.
8 Mart gününe gelince; SSBC’nin mirası olarak her şey aynı kaldı. Her erkek evinin kadınlarına birer çiçek götürür, işyerlerinde küçük kutlamalar olur, ben de hastalarımdan bol bol çiçek alırdım. Hastanemizde çok sayıda Kırım Tatar hemşirelerimiz vardı. Ortak özellikleri inanılmaz çalışkan ve becerikli olmalarıydı. Ne gurur verici! Yanımda çalışan İndira ve Venera hemşirelerimiz onlardan sadece ikisiydi. Üstelik yaşadıkları zor şartları bildiğim için ayriyeten altını çizmek istedim. Halkımızın kendini kanıtlaması zaman aldı elbet. Dediğim gibi, ilk önce çok ters tepkilerle karşılaşıyorduk. Fakat bir süre sonra “yerliler” tercihlerini bizden yana kullanmaya başladılar. Bunun sebeplerden biri de hem tecrübeli, hem de çok kibar ve yumuşak olmamızdı ki o bölgede bu sık rastlanan bir özellik değildi. Hastanemizdeki doktorları araştıran hastaların arasındaki bir diyalogu anacak olursam: “orada bir Tatar kadıncık var, çok iyi, sadece ona git”. Kendi kulaklarımla duymasaydım inanmazdım. Yerel gazeteye hastalarımdan övgü dolu teşekkür yazıları peş peşe gelmeye başladı, fakat hepsi zamanla oldu. Sonra uzun aylar boyunca eve ekmek götüremediğim, maaşlarımızın ödenmediği, açlığı unutmak için ağır uyku ilaçları içerek yatağa uzandığım o kâbus dolu günler geldi. Ve gözlerim ardımda kalarak ben de göç kervanına katıldım.
Hayatımın büyük kısmını dünyanın en güzel ülkesinde, düşenin dostu Türkiye’de geçirerek yaşıyorum ve çok şanslıyım ki burada çok kıymetli ve inanılmaz cesur kadınlarla bizzat tanışma fırsatım oldu. Kırım Tatarlarının efsanevî lideri Mustafa aga A. Kırımoğlu’nun kıymetli eşi Safinar Cemileva, KTMM azası ve Herson bölgesi, Geniçesk şehri belediye başkan yardımcılığını yapan Gulnara Bekirova. Bu muhteşem iki kadın kendi enerjileriyle, Kırım’ın işgali ve Rusya’nın Ukrayna’ya karşı açtığı alçak ve kalleş savaşın gerçeklerini anlatma çabalarıyla, katıldıkları sayısız organizasyon ve konferanslarıyla çok çarpıcı örnekler bizler için. Üstelik Gulnara hanımın 20 sene boyunca ve son iki senesi devamlı olarak Türkiye’de bir hastanede ağır hasta olan saygıdeğer eşi Edem beyin yanında kaldığını düşünürsek, aramızda yaşayan gerçek bir kahramandır o.
2014 yılındaki Kırım’ın o uğursuz işgalinden sonra Kırım Tatar aktivistlerinin evlerine sayısız baskınlar, aramalar gerçekleşti, sayısız tutuklamalar yapıldı. Son 2 günde buna yenileri de eklendi. Siyasî mahkûmlarımızın arkasında anneleri, eşleri, avukatları gibi inanılmaz güçlü ve cesur kadın figürleri var: Leviza Celalova, Lütfiye Zudiyeva, Mumine Saliyeva, Zodiye Saliyeva vs. Birçoğunun küçücük çocukları var. Yıkılmadan cesurca mücadeleye devam eden bu muhteşem kadınlara hayranlıkla bakıyorum. En kısa zamanda eşlerine, çocuklarına kavuşmalarını tüm kalbimle diliyorum!
Ve tabii ki savaş! Bütün dünyanın hayretler içinde izlediği Rusya-Ukrayna savaşı 2. yılını geride bıraktı. Savaşın başladığı 24 Şubat 2022 tarihinden sonra Ukrayna halkının ve özellikle Ukrayna kadınlarının cesur duruşuna hepimiz tanık olduk. Hiç panik yapmadan, soğukkanlılıklarını koruyarak sınırı geçip güvenli bölgede çocuklarını yakınlarına teslim ettikten sonra, zorunluluk olmadığı halde, vakurla geri dönmelerini hayretle, imrenerek gözlemledik. Kimi cephede savaşarak, kimi cephe gerisinde kamuflaj ağlarını örerek, kimi askerler ve bölge savunması için yemek yaparak, kimi konserlerden elde ettikleri paraları göndererek ve tabii ki gönüllü (volontör) olup askerlere ve ateş hattından kaçan sivillere birçok konuda yardım ederek ülkelerinin istiklâl mücadelesine katılan çok sayıda kadın, görünmeyen melekler.
İstanbul Protest mitinglerine savaşın ilk gününden başlayarak, hemen hemen her gün, yağmurlara ve soğuk havalara aldırmayıp gelen ve sesini duyuran herkesin her biri benim gözümde kahramandır! İsterim ki savaşlar bitsin, tüm esaret altındaki askerlerimiz ve haksız yere tutuklu olan kardeşlerimiz özgürlüğe ve ailelerine kavuşsun! Kadınların yüzleri hep gülsün! 8 Mart çocukluğumda olduğu gibi sadece güneş, çiçek ve parfüm kokusu demek olsun!