SÜRGÜN : Annem Edaye Y.’nin Hatıralarından

Sürgünün 80. Yılında:

SÜRGÜN

(Annem Edaye Y.’nin Hatıralarından)

 

Lilya TANATAR

 

18 Mayıs 1944 bütün Kırım Tatar halkı için kara bir gün kesinlikle. Hangi coğrafyada yaşasalar yaşasınlar bizim halkımızın mensupları için 18 Mayıs denince akla ilk o korkunç sürgün gecesi gelir. Unutmak mümkün değil, affetmek de! Bu yıl sürgünün 80. yıldönümünde annemin bana anlattıklarını temel alarak ailemin acı dolu sürgün hikâyesini sizlere aktarmaya karar verdim.

14 Nisan 1944 Kırım’ın Alman işgalinden kurtulduğu tarihti. Savaş bitmek üzere diye çok sevinçli bir atmosfer vardı her yerde, resmen bir bayram havası esiyordu. Sovyet ordusuna katılıp savaşa giden bütün erkek nüfusun, savaşta hayatını kaybedenleri saymazsak elbette, aileleri tarafından mutluluk içinde dönmeleri bekleniyordu. Annem Sayde bütün evi boydan boya boyadı, temizledi, pencerelere temiz perdeler taktı, babamın ve dayılarımın savaştan dönmelerini bekliyordu. Alman işgali esnasında ailemiz güvende olsun diye Aluşta’daki evimizden dağlık bölgede yer alan Temirçi’ye (Demirci’ye) taşınmıştık. Biz (annem, ben, küçük kardeşim Ayder) Temirçi’de annemin Ceppar dayısının evinde, büyük annem Rebiya ise küçük çocuklarıyla birlikte bitişikteki kendi evinde kalıyordu o sırada. Erkeklerimiz cenkten dönmemişti daha ve köyde sadece kadınlar, yaşlılar, sakatlar ve çocuklar kalıyordu.

Ve o korkunç 18 Mayıs 1944 gecesi geldi…

Annem (Sayde) o sırada 34, ben 14, kardeşim ise 11 yaşındaydı. Gece 12’de çok sert bir şekilde kapımız çalındı, arkadan hemen: “Çabuk kapıyı açın!”, diye haykıran bir ses bizi uyandırdı. Annem kapıyı bekletmeden açınca, evimize ellerinde tüfeklerle birkaç asker daldı. “Toparlanmanız için size 15 dakikalık bir süre veriyoruz”, dedi aralarından biri. Niçin, nereye, neler oluyor, bu sorulara cevap yok. Masanın üzerinde her gün yatmadan önce annemin üzerinden çıkarttığı altın takıları duruyordu, askerlerden biri bir hamlede onları alıp cebine attı. Annem Sayde şoka girmiş gibiydi, hareket edemiyor, kavrayamıyordu olanları. Bu yüzden apar topar yataktan kalkıp ve üzerimize giysilerimizi giyip azbara (bahçeye) çıktık korku içinde. Azbarda çok sayıda namlularını bize doğrultmuş tüfekli askerleri görünce bizi kesin kurşuna dizileceklerini düşünmüştük. Yandaki evde yaşayan Rebiya büyükanam atik bir kadındı rahmetli, “İki kahraman asker annesine” hitaben yazılan mektubu alıp komutana doğru koştu. Mesele şu ki, iki dayım Ceppar ve Şukri, savaşın ilk gününden beri Sovyet ordusunda yer alan ve çok sayıda kahramanlık madalyaları sahibi iki rütbeli askerdi. Ve büyükannem Alman işgalcilerden kurtuluş vesilesiyle Sovyet ordusu birliklerinin başkomutanınca “İki kahraman asker annesine” yazılan teşekkür mektubunu komutana gösterip haykırmış: “Ben iki kahraman annesiyim, bana bunu yapamazsınız!”! Fakat komutan: “Komünist Parti ve hükümetin emriyle istisnasız bütün Kırım Tatarları buna tabi tutuluyor”, diyerek omuzlarını silkmiş.

Toplanma yeri Temirçi’nin en uzak noktasındaydı. Hatta şöyle bir şema uygulanmıştı; köyün Kuzey tarafında yaşayanları Güneyde toplamışlar, Güney’de oturanlarını ise Kuzey’de, evlerinden uzak kalıp yanlarına fazla bir şey almasınlar diye. O toplanma yerinde yaklaşık bir gün kaldık. Bazı insanlar yanına az miktarda da olsa biraz yiyecek ve bir iki eşya alabilmişlerdi. Annemse hâlâ o şoku atlatamamıştı. Ellerimiz bomboş oturuyorduk oracıkta. Sonra bir kadın bu durumu fark ederek, sorumlu komutana yalvarmış, ne olur bu kadıncağıza izin verin, evine gidip hiç olmazsa bir iki bir şey alsın diye. Benzer durumda 5 aile daha çıktı, o zaman komutan bir askere seslenerek: “Al atlı arabayı götür bunları evlerine, 5 dakika vakit ver, alsınlar alacaklarını ve çabucak geri dönün!”. Bizim evimiz aksilik en uzaktaydı, en son annemi bırakmıştı asker. 5 dakika nedir ki, annem çuvala un, buğday, bir iki yiyecek atmış hızlıca, çıktığında ne görmüş beğenirsiniz, ne atlı araba, ne de insanlar var dışarda. Herkes gitmiş. Üzülerek evine dönüp onun için manevî değeri olan, İbram amcamın cenke gitmeden önce emanet olarak bıraktığı ve çok güzel çaldığı kemanı, fotoğraflı albümü, bir kaz tüyü yastığı, çok eski, dendiğine göre XIV. yüzyıla ait antika bir gümüş semaverin çaydanlığını ve tabiî ki bir Kur’an-ı Kerim nüshasını almış sadece yanına. Araba olmadığından artık topladığı yiyecek ve giyeceklerle dolu ağır çuvalı bırakmak zorunda kalmış ve ağlayarak bu uzun yolu yaya olarak gerisin geriye yürümüş. Annem yürürken arkasından da köpeciğimiz “Dezik” takılıp gelmiş peşinden.

Ertesi gün bütün Kırım Tatarlarını kamyonlara (polutorka, kabini ve arka tarafı açık olan kamyon benzeri araç) yükleyip demiryolu istasyonlarına doğru götürdüler. Bizim çok sevdiğimiz köpeğimiz Dezik kamyonun peşini bırakmıyordu, hatta bir keresinde kabine kadar sıçrayıp sonrasında arka tarafa atlamıştı. Kardeşim Ayder köpeğine sıkı sıkı sarıldı, bırakmaya niyeti hiç yoktu. Devreye şoför girdi, oğlum dedi, sen köpeğini burada bırak, birisi besler, sizin nereye götürüleceğinizi kimse bilmiyor, belki o şartlar ağır gelir ona. Zor da olsa kardeşim ikna olmuştu, köpeğini bıraktı. Kamyon hızlanarak yola devam ederken, gözleri yaş dolu köpeğimiz koşuyordu kamyonun arkasından. Bu sahneyi gören herkes ağlıyor, kardeşimin gözlerinden seller akıyordu. En sonunda çok yorgun düşen köpeğimiz takibi bıraktı.

19 Mayıs’ta bizi hayvanları taşıyan vagonlara doldurmaya başladılar. Bizim vagonda 103 kişi kalıyorduk. Küçücük penceresi tavana yakın bir yerdeydi ve üzerinde tellerden parmaklık vardı. Çok kişi bu ağır şartları kaldıramayıp ölmüştü havasızlıktan, açlıktan ve hastalıklardan. Bizim vagonumuzda 3 bebek ve üç yaşlı ölmüştü. Onların naaşlarını tren hareket halindeyken, bir nehri geçtiğimizde nehre atıyorlardı gardiyanlar. Bazı kadınlar bebeklerinin öldüklerini gizleyerek nadir olan durakları bekliyorlardı gömebilmek için. Fakat o çok zordu, çünkü duraklar çok seyrekti ve genellikle geceleri uğranılıyordu. En fazla üzerlerine birkaç taş koyup örtebiliyorlardı, fakat o kadar çok aç köpek ve kurt vardı ki ortalıkta, bu önlemler çok yetersiz kalıyor, zavallı ölü bedenler aç hayvanlara kolayca yem oluyordu. Birçok çocuk yollarda kaybolmuştu. Yanına biraz un alanlar kısacık ve seyrek duraklarda ateş yakıp pideye benzer bir şey yapmaya uğraşıyorlardı. Tek seferde bunu yapmak imkânsızdı, bu yüzden birkaç durakta azar azar pişirip, en sonunda da hâlâ yarı çiğ kalan o pideleri yiyip karınlarını doyurabiliyorlardı ancak. Trenler bit ve tahtakurusu kaynıyordu, dayanmak çok zordu. O nadir duraklarda biz çocuklar taş alıp o böcekleri öldürmeye çalışıyorduk. İki kere tuzlu balık dağıtıldı. Su yok tabiî ki. Tam bir işkenceydi! Duraklarda çocuklar grup halde vagondan vagona koşup kaybolan ailelerini, akrabalarını arıyorlardı.

Melitopol’ü geçerken trenimizi taşlamaya başladılar, yerlilere o trenlerde “hainler” ve “halk düşmanları” gidiyor demişler önceden. Onlar da bizi taş yağmuruna tuttular. Taşlardan biri bizim vagonumuzdaki 17 yaşındaki gencecik Selime’nin kafasına isabet etti. Çok fazla kan kaybetmişti kızcağız. Yol boyu demiryolu raylarında çalıştırılan esir Alman askerleri bile bize acıyarak kafalarını üzgün bir şekilde sallıyorlardı.

Halalarım Aluşta’dan sürgün edildiler. Aluşta yönetiminde yer alan bizim Karasubazarlı bir tanıdığımız vardı. Sürgüne 1-2 gün kala gece 10’da halalarımın evine gelmiş ve demiş ki: “Bugün çok tuhaf bir toplantımız oldu, bizim gibi cenkten dönen Kırım Tatarlarını tek tek uyardılar, önümüzdeki günlerde burada kalmamızı, hiçbir yere ayrılmamızı tembihlediler, hatta imza bile aldılar bizden”, demiş. “İçimde bir his var, sanki kötü bir şey olacak gibi”. Ertesi gün ise bütün cenkten gelen ve Aluşta yönetiminde yer alan subayların rütbelerini hiçe sayarak savaşta kazandıkları kahramanlık madalyalarını, omuz askılarını yırtıp atmışlar ve halkımızla birlikte hayvan vagonlarına yükleyip Vatanımızdan sürmüşler.

Bizim aile, yani annem Sayde iki çocukla birlikte (ben ve kardeşim) ve büyükanam Rebiya iki çocukla birlikte Fergana bölgesine bağlı Kirov ilçesindeki “Magadan” kolhoz’una yerleştirildik. Ayda bir zorunlu yoklama yapılıyordu, imza atma mecburiyeti vardı. Sürgün yerinden habersiz uzaklaşmak yasaktı! İhlal edip kaçanlara 25 yıl hapis gibi ağır bir ceza veriliyordu. Sürgünün en ağır dönemi “Magadan” kolhozunda geçirdiklerimizdi. Önce bizi sınıf olarak kullanılan iki odalı küçük bir okula yerleştirdiler. Her odada birkaç aile kalıyorduk. Bizimle birlikte Vacip Çoban ailesiyle kalıyordu. Onun oğullarından biri keman çalmayı seviyormuş. Bunu öğrenen annem amcamızın kemanını o çocuğa hediye etti. Vacip Çoban’ın çocukları kirpileri yakalayıp, kızartıp bu şekilde karınlarını doyurmayı başarıyorlardı. Hepimiz resmen aç dolaşıyorduk. Bir iki kere kirpilerin tadına ben de bakma fırsatı bulmuştum. Bir keresinde geceleyin annemi bir akrep soktu, Allahtan zehirli değildi ve annem hayatta kalabildi. Annemin ağrılarına dayanamayıp attığı o çığlıkları hiç unutamam. Eğer ailelerde bir yetişkin öldüyse ve başka bir yetişkin yoksa gömme işi çocuklara kalıyordu. Çocuklar maalesef çok zorlanıyordu, cesetlerin üstüne ancak bir kat toprak serpiştirebiliyorlardı, giysileri bile görünecek şekilde öylece bırakıyorlardı, yaşları küçük, kuvvetleri yok, zavallıcıklar ne yapsınlar! Çakallarla kaynıyordu orası, tabiî ki mezarları altüst ediyorlardı, sabahları ancak kemikleri görebiliyorduk etrafta. Çok acı verici bir tabloydu. Allah bir daha kimseye yaşatmasın!

Kolhozda bir pirinç tarlası vardı. Pirinçlerin üzerindeki su tertemiz ve şeffaf görünüyordu. Biz, sürülen Kırım Tatarları, o sudan içiyorduk ve çok şaşırıyorduk, niye yerliler bu güzel görünen sudan değil de, gidip bulanık, çamurlu, arıktaki (yol kenarında kazılmış hendek benzeri küçük kanallar) suyu alıp beklettirip içiyorlardı diye. Tabiî kısa süre sonra bizim Tatarlarda dizanteri, salmonelöz vs. çeşitli enfeksiyon hastalıkları patlak verince, öğrendik ki pirinç tarlasında bol miktarda gübre kullanılıyor, su temiz görünse de çok tehlikeliydi enfeksiyona yol açmak bakımından. Daha sonra bizden 3 km mesafedeki komşu kolhozda artezyen suyu olan bir kuyu olduğunu öğrendik ve oraya gitmeye başladık. Annem Sayde pamuk tarlalarında çalışıyordu. Ben de anneme yardım ediyordum sık sık. Orta Asya’nın sıcağı bir başkadır, gölgede bile +50 dereceydi, ne bir ağaç, ne de gölgesi olan başka bir yer. Tamamen açık bir alan. Fiziksel olarak çok ağır bir işti, üstelik aç ve susuz cehennem sıcağında çalışıyorduk. Karşılığında da son derece az para alıyorduk, bedavaya yakın bir şey.

İlk geldiğimiz zamanlarda yerel halk bize şüpheyle yaklaşıyordu. Onlara hakkımızda korkunç şeyler anlattıkları için garip yaratıkların gelmesini bekliyorlardı muhakkak, hatta trenimiz yaklaştığında ellerinde taşlarla bizi bekliyorlardı. Biz yolda bu kadar hırpalansak da, indiğimiz zaman, her şeye rağmen, çok medenî görünüyorduk. Zamanla dinimizin de aynı olduğunu öğrenince aramızdaki soğukluk tamamen kalktı. Özbek halkı misafirperver bir halktır. Sık sık komşularımızdan biri olan 6 çocuklu bir Özbek kadını, bize pide yapıp verirdi ki kendileri de açlık çekiyordu. Bu iyilikler unutulmaz!

O kadar açlık çekiyorduk ki, bazen iki kuruş kazanmak için büyükannem beni alıp, köpeklerin muhtemel saldırısına karşı elimizdeki sopalarla kapı kapı dolaşırdık, atik bir kadın olan büyükannem fasulye falına bakardı. Bazen boş dönerdik, bazen 1-2 dilim ekmek alacak kadar az miktarda bozuk para kazanırdık.

Daha sonra ailemiz izin alarak Fergana bölgesine bağlı olan Beşarık’taki “Posetovka” istasyonuna taşındı. Burası eski yerimize kıyasla daha medenî ve düzgün bir kasabaydı. Beşarık’ta çok sayıda tahliye edilen Yahudi aileleri, Leningradlılar (yeni adıyla Sankt- Petersburglular) ve daha önce sürülen varlıklı Estonyalı aileler de vardı. Büyükannem Rebiya’ya iki asker annesi diye küçük bir sosyal yardım ödenmeye başlandı. Ailemiz küçüçük bir evde kalıyordu. Evinin minik bir odası ve antresinde annem Sayde, ben, kardeşim Ayder, büyükannem Rebiya ve teyzem birlikte, evinin diğer odasında ise üç halam çocuklarıyla birlikte kalıyordu. Evimizin 150 metre ilerisinde tek katlı küçük bir evde Estonyalı bir aile kalıyordu. Kadın terzilik yapıyordu, kızı Erika çok güzel bir kızdı, onu çok sevmiştim. Beşarık’ta Rusça eğitim veren bir okul vardı, 7. sınıfı ben orada bitirdim. Beşarık’ta annem bir kantinde iş bulmuş ve çalışmaya başlamıştı. Ermeni asıllı Akopov ailesi bize hep yardım ederdi, kızları Seda benim sınıf arkadaşımdı, babası ise annemle aynı kantinde çalışıyordu. O yıllarda biraz rahatlamıştık, eskisi gibi açlık çekmiyorduk, çevremizde düzgün insanlar vardı. Fakat çok üzücü ve korkutucu olaylar da cereyan ediyordu. Annemin çalıştığı kantine ara sıra NKVD (yeni adıyla KGB, bugün FSB) mensupları Startsev, Ramazanov ve Hayretdinov adlı üç iğrenç yaratık gelip yiyip içip tatsızlık çıkartırlar, paralarını da anneme ödettirirlerdi. Bazen köşeye sıkıştırıp, ellerini öyle güçlü sıkarlardı ki bir keresinde parmağındaki yüzük bile ikiye bölünmüştü dayanamayıp. Bu yaklaşık 1945-46 senesiydi. Bu iğrenç canavarlar sorgu odası olarak yerel “Kültür Evi” binasını kullanırlardı. Genç kadınları, kızları geceleri sorguya çağırıp çok iğrenç şeyler yaparlardı. Bizim komşularımızdan öğretmenlik yapan genç güzel bir Kırım Tatar kadıncığı vardı, eşi cenkten dönmemişti henüz, o da bu canavarların kurbanlarındandı. Bir gece öyle canını sıkmışlardı, öyle eziyet etmişlerdi, tecavüz, işkence, sabaha karşı kanlar içinde kapımızı çaldı, ayakta duracak hali yoktu, hem fiziksel, hem de psikolojik olarak büyük çöküş içindeydi. Annem elinden geldiğince destek olmaya çalıştı, fakat acısı çok büyüktü, bu yükü kaldıramadı ve kısa süre sonra intihar ederek hayatına son verdi. Babam da yaklaşık o tarihlerde Trudarmiya’dan (amele ordusu) yeni gelmişti. Maalesef NKVD’nin yöntemleri hiç değişmedi, önce insanları korkutarak ve şantaj yaparak “donos” dedikleri ihbar mektupları yazdırtıyorlardı, istedikleri kişiler hakkında yalan ve iftira dolu mektuplar. Sonra o masum kişileri tutuklayarak “meşhur” “Kültür Evine” sözüm ona sorguya götürüp, onlara işkence yaparak hiç işlemedikleri suçları üstlenmelerini sağlarlardı. Ne yazık ki biz babama doyamadan o da bir ihbar sonucu tutuklanmıştı ve sorgusu için malum yere götürülmüştü. Kaya gibi güçlü ve cesur babam, hep acıya çok dayanıklı olan biricik babamın o gece duyduğum çığlıklarını ömür boyu unutamam. Kemiklerini kırarak, parmaklarını kapıya sıkıştırarak ve kim bilir daha neler neler yapmışlardı biricik babama. En sonunda hiç işlemediği ağır suçlarla suçlayarak hapse kapatmışlardı biricik babacığımı. 11 senesi (1945-1956) bir hiç uğruna gitti, ağır şartlarda Rusya’nın en ücra yerlerinden Magadan hapishanesinde çile çekti babacığım.

Daha sonra öğrendiğime göre, Allah’ın cezası o üç yaratığı bulmuş; biri trenin altında kalmış, biri öldürülmüş, biri de kör kalmış…

1947 senesinde cenkten Ceppar dayım dönmüştü. Dayım cenkte birçok madalya kazanmış rütbeli bir askerdi. Beşarık’a gelip annesi başta olmak üzere bütün ailemizi alıp Samarkand’a (Semerkant) götürüp yerleşmemize yardımcı olmuştu. Samarkand’da önce Hoşhauz’a (eski şehirde, Siyab pazarına yakın bir yerdi) yerleştik. Samarkand’da ben 10 nolu mektebe sekreter olarak işe alındım. Okulun müdürü Uzakov sağ olsun hep şöyle derdi: “Kızım, sen muhakkak eğitimini tamamla, çok meraklısın, akıllısın, okulumuza gelen üniversite adaylarıyla birlikte seminerlere, derslere gir, hazırlan, daha sonra da sınavlara girersin”. Ben de öyle yaptım, hem çalıştım, hem okudum, lise eğitimini başarıyla tamamlayarak en sonunda lise diplomamı aldım.

1947 senesinde Tıp Üniversitesine (Tıp Enstitüsüydü ismi o zaman) başvuru yapmak istedim. Çok doktor olmak istiyordum. Fakat evraklarımı bir türlü almak istemiyorlardı, kaydımı yapamıyordum, hep ret, hep ret yiyordum. En sonunda jüri başkanı bir kadın beni dışarda bir kenara çekerek dedi ki: “Bak kızım, çok üzülüyorum sana, çok hevesli ve meraklı görünüyorsun okumak için, fakat buna engel olan senin Kırım Tatarı olmandır, Kırım Tatarlarını üniversiteye kabul etmememiz için talimat aldık. Sana bir tavsiyem var, yalnız aramızda kalsın, adını değiştirerek durumu kurtarabilirsin. Bir Slav ismi al mesela, o zaman sorun çözülür”. Çok hevesliydim, okumak için can atıyordum. Anneme söylemeden ismimi değiştirdim, çok sevdiğim Estonyalı komşumuzun Erika ismini almaya karar verdim. Bu defa hiç engel olmadan kaydımı yaptırdım ve bu mutlu haberi koşarak anneme verdim. Ama hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım: “Yavrum, sen ne yaptın? Savaşa ilk sağlık çalışanlarını gönderiyorlar, en tehlikeli mesleklerden birini seçtin, ya cenk gene başlarsa, ortalık hâlâ karışık. Sen benim biricik kızımsın, sensiz ne yaparım ben?”, diyerek hüngür hüngür ağladı. Annemi çok seviyordum ve kıyamıyordum ona. Ertesi gün gidip başvuru belgelerimi geri almaya karar verdim. Rektör yardımcısı Tegeran Sergeyeviç belgelerimi geri almak istediğimi görünce çok şaşırmıştı: “Ne oldu ki sana, o kadar hevesliydin okumak için, şimdi ise vazgeçiyorsun? Gerçekleri anlatmaya cesaret edemedim ve küçük bir yalan uydurdum: “Biz Fergana’ya taşınacağımız için ben oradaki Tıp Üniversitesine başvuracağım”, dedim. Tegeran Sergeyeviç gülerek bana Fergana’da öyle bir üniversitenin hiç olmadığını söyleyince, kıpkırmızı oldum ve özür dileyerek gerçek sebebini anlattım ona. Yapılacak bir şey yok, evraklarımı geri verdiler. Aynı gün, 31 Ağustos 1947 senesiydi, koşa koşa Samarkand Devlet Üniversitesi’ne (o yıllarda ismi Ali Şir Nevai Özbekistan Devlet Üniversitesi’ydi) Filoloji Bölümüne başvuru yapmak için gittim. Sınav haftaları bitmişti, ama kontenjan dolmadığından dolayı fazla zorluk çıkartmadan, kısa bir mülakattan sonra kaydımı yaptılar. Filoloji bölümünde 3 Kırım Tatarıydık. Dekanlardan İslamov Asan Mazinoviç (cenkten dönmüş, doçent), bir de Yulya Goldenberg adında bir kız vardı sınıfta, gerçek adı Yulduzmuş, soyadı Goldenberg üvey babasından geliyordu, öbür türlü üniversite kaydını yapamazdı. Üniversitede okuyan ilk Kırım Tatarlarından biriydim ben. Üniversite kaydımızı yapar yapmaz pamuk toplama sezonu başladı ve tüm okul ve üniversite öğrencileri pamuk toplamaya gönderildi. Şehirde ikameti olan öğrencilerden sadece ben katıldım, diğer “şehirliler” ise izin kâğıtlarını gösterip (belli ki gitmemek için bir yol bulmuşlardı) gitmediler. Gidenler ise Özbekistan’ın diğer şehirlerden ve köylerden gelen öğrencilerdi. Gelenler çok donanımlıydı, açılan kamp yatakları (raskladuşka), minderleri, yiyecekleri vardı. Bir tek ben üzerimdeki tek kıyafetle gelmiştim, ne yatak, ne yastık, ne yiyeceğim vardı, çok kötü durumdaydım. Sağ olsun kızlar gece yatacağımız zaman yataklarını birleştirerek, yorganlarını iki taraftan benimle paylaşarak aralarına beni alıyorlardı. Sesim çok güzeldi, kızlar hep şarkı söylememi istiyorlardı. Ben onlara sık sık Kırım Tatar türkülerini söylerdim.

Böylece Özbekistan yavaş yavaş bizim ikinci vatanımız oldu. Çok zorluklar yaşadık. Üniversite yıllarım biter bitmez mecburî çalışma için beni Motrid kasabasındaki okula gönderdiler. Hava şartları ne olursa olsun, her gün kilometrelerce süren o uzun yolu yaya olarak geçmek zorundaydım. Ne doğru dürüst bir yol vardı ne de bir vesait. Bir keresinde hava çok kötüydü, yoldan geçen bir kamyonu durdurdum, biraz da olsa Motrid’e yakın bir yere kadar bıraksın diye şoföre yalvardım. Sevincim kısa sürdü. Kamyona bindikten kısa süre sonra, nöbetçi milisler (polisler) tarafından durdurulduk. Kimliğimi inceleyip, Kırım Tatarı olduğumu öğrenince saçlarımdan çekerek araçtan kaba bir şekilde yere atıldım, iş yerime ağlayarak gittim o gün.  21 yaşında gencecik bir kız birden lise öğrencilerinin sınıf öğretmeni olmuştu. Yaş farkımız yaklaşık 4-5’ti. Motrid kasabasında Tacik nüfus ağırlıklıydı. Öğrenciler aralarında Tacikçe konuşuyorlardı, çok kısa sürede o dili anlamaya ve daha sonra rahat bir biçimde kullanmaya başladım. Öğrencilerim beni çok severdi, onlara sık sık güzel Vatanımdan, Kırım’dan bahsederdim, denizi, dağları anlatırdım, anlattığımda kendimi tutamayıp ağlardım. Bazen soruyorlardı çocuklar: “Öğretmenim, olur da bir gün sınırlar açılır ve size Kırım’a dönmeye izin verilir, gider miydiniz?” Cevabım hep aynıydı, yalınayak, yürüyerek, aylar sürse bile giderdim. İlk mezunlarım gururumdu, hemen hemen hepsi eğitimlerine devam edip yüksek mevkilere ulaştılar. Bazılarıyla dostluğumuz ömür boyu devam etti.

1967 senesinden sonra Kırım Tatarlarına yerleşmeme şartıyla turist olarak Kırım’ı ziyaret etme izni verildi. Ne kadar acı bir gerçek, kendi Vatanımıza ancak turist olarak gidebiliyorduk. Güzel Vatanımızda bildiğimiz her isim değiştirilmiş, Kırım Tatarları orada hiç yaşamamış gibi bir sahte görüntü vermeye çalışılmış. Yabancıların doldurduğu o güzelim Kırım’ı görmek, evimizi, çocukluğumuzu, anılarımızı, tarihimizi, geçmişimizi ele geçiren o yabancıları görmek çok acı vericiydi. Bu ayrılık 50 seneye yakın sürdü, çok özledim Vatanımı. Sonunda ağır şartlarda, beş parasız kalsak da kavuştuk. Hayatımızı iyi kötü yeni baştan kurduk. Umarım bir daha bize bunu yaşatmazlar.

***

Ah anneciğim, ne kadar da yanıldın! Bu kâbusun devamını yaşıyoruz bugün. O hasret yine dudaklarımızın ucunda ve güzel Vatanımıza kavuşma arzusu kalbimizde küt küt atıyor yine. Halkımız gene yollarda, tüm Dünya’ya saçılmış vaziyette dolanıp duruyor. Gene vatandaşlarımız hapse atılıyor, Vatanımız yine işgal altında. Ama bil ki, özgürlüğüne düşkün Kırım Tatar halkı kesinlikle yok olmaz. Güçlüyüz, cesuruz, bugünleri de atlatacağız.

 

Yazının İngilizce versiyonu 7 Mayıs 2024’te https://welt-schau.com/2024/05/07/deportation-from-the-memories-of-my-mother-edaye-y-lilya-tanatar/ adresinde yayımlanmıştır.

EMEL 287 Nisan-Mayıs-Haziran 2024

TAVSİYELER

KANAL 3 TV’YE KONUŞAN ZAFER KARATAY UKRAYNA RUSYA SAVAŞINI VE KIRIM’IN DURUMUNU DEĞERLENDİRDİ

KARATAY, KIRIM’DA RUS ZÜLMÜ DEVAM EDİYOR VE KIRIM TÜRKLERİ RUSYA İŞGALİNDE YAŞAMAK İSTEMİYOR Kırım Tatar …